30 Kasım 2017 Perşembe

S Pen



Uzun zamandır yazı kaleme almıyordum(yazı kaleme almak, müthiş bir tabir, güzel hissettiriyor, mesela hemen ışıklar kapanıyor, karanlık, sıcak, çıtırdayan şömine başında salaş bir masada, gaz lambası, biraz şarap, kağıt ve kalem, kalem ama kuş tüyünden, mürekkebe bana bana, duvarlar tuğla, duvarda ressam Bob tablolarından fırlamış bir tablo, kağıt ve kalem, evet kağıt ve kalem demiştim ama oradan devam etmem gerek, kağıt ve kalem, sen ve yazı, yazı ve sen. İçin ve dünyan...İşte gerçek kaleme almak budur, ustalara selam olsun.)



Can Yılmaz, Cem Yılmaz değil, Can, onun abisi, der ki “Bazen yazdığının karalama mı, övgüye değer, tarihe bir not mu? Bilemezsin, senin karalama dediğin değerli bir fikir, adeta bir başyapıt sandığın basit bir karalamadan ibaret olabilir, bunu anlamanın tek yöntemi ise, sunmaktır.” Sanırım ben de daha çok bu yüzden sunuyormuşum yazılarımı. Can abiyle yeni tanıştım ama sevdim. İyi bir yazar ama üşengeç. Yazının en doruğa çıktığı yerde kesiyor, tam harlaması gereken yerde hop sahne kapanıyor, bir ambulans geliyor ve “İskender Abi mektubun sonunu getiremedi, oturduğu sandalyede yığılıp kalmıştı...” diye bitiriyor, kestirip atıyor, damağında bırakıyor yani öyküyü. Bal çalar gibi öykü çalıyor kafanızın içine.



Yazılarım bir süre seri idi, sonra azalarak durma noktasına geldi, yazmaktan üşendiğimden değil. Sonra bu durma zamanlarının da bir anlamı varmış dedim kendi kendime. Tıpkı toprağın nadasa bırakılması gibiymiş, kafanın nadasa bırakılması. İşte yeniden karşınızdayım, çalsın davullar zurnalar oynasın bütün dostlar. Tabii ki prime time’da sürücem yazıyı. Kaymak meselesi.

Gel gelelim bugünkü yazıya


Kimse benim teknoloji bağımlılığımı sorgulayamaz! (Oooo haftalar sonra yazar çok sert girdi!) Dur lan dur sorgulayan da yok zaten. Ama belli olmaz, ya sorguluyorlarsa?!? Yazalım, okusunlar, görelim!


Ben bu ülkeye ilk dokunmatik ekranı getiren adamım! İlk iPhone 29 Haziran 2017 yılında, ilk iPod Touch ise 25 Eylül 2017’de NewYork Apple Store’de satışa sunuldu ve ben onu alıp (iPhone’u kontratsız alamıyordunuz o sebeple telefonsuz olanını yani Touch’ı alabiliyordunuz) uçağa binip yurda dönüş yaptım. Hee amk ipod touch almaya gittim Amerika’ya aldım geldim, daha ucuz oluyor diye. Öyle savruk bir yaşam bizimkisi aynen. Lan yok! WAT işi bizimkisi, ekmek yani, dilimi geliştiricem davası. WAT’ı hala kaleme almadım lan! Ben var ya WAT(Work and Travel)’ı bir kaleme alsam, okuyan Amerika’ya gider, kapıları zorlar, programı direk satarım! Üstelik bunu ballandırarak değil, yani “Oğluuuum kızlar teklif ediyor laaan!!!” diyerek değil, gayet sokup çıkartarak yaparım, yapmışlığım da vardır, soora anlatıcam). Naptık, ipod touch’ı aldık geldik. Otobüste(burası biraz trajik, Amerika, Apple, Uçak’tan sonra otobüs hoş olmadı ama) iki parmağım ile fotoğrafı büyüttüğümde gözleri teknolojik cihazımda olan yanımda duranların kafalarında çorum leblesi kavuruyorlardı. Dipleri düşüyor, cihazı ellerine almak, ona bir kere dokunabilmek için türlü türlü bahaneler üretiyorlardı. (Lan yok lan, “Nasıl oluyor şimdi bu cihaz?” diye dalıyorlardı emmi gibi) Bunlar aynı zamanda maaşlarının 3 katını bir telefona verebilecekler oluyorlardı. Evde zeytini olmayan tipler “Laptop yok! Laptop lazım!” diye ağlayan tiplerdi. Neyse gelelim bugüne, bugünlere, şimdilerde elimde ekranı kırık bir General Mobile Discovery ile yaşam sürüyorum ama bu tamamen işlevselliğe olan bağlılığımdan. Yoksa inan sana değil kastım, teknoloji ile selamı kesmişliğim yok yani. He nedir işlevsellik? Şudur:Ana ekran, bir browser(bunun içinde twitter, facebook filan açıyorum) instagram, whatsapp ve İETT’nin Mobiett programı, saat. Bitti. Bunlar benim yaşam destek ünitem, bunlar çalışıyor mu? Like alıp Like verebiliyor muyum, tamam. Yoksa bazen şöyle şeyler de olmuyor değil değil kafamın içinde...



Kendimi evde koltukta otururken elimde note 8 ve S pen'i ile hayal ediyorum. Hemen yanı başımda bir fiskos masa, üzerinde güzel kokan bir canlı çiçek, bir kitap, yok Kürk Mantolu Madonna değil, başka bir şey kitap. Pencere yarı açık, perde dalgalanıyor usulca, temiz taze bir nefes... Hava da güzel... Email filan okuyorum; böyle “The main purpose of this new design is open up a path for the installation” diye yada aynı üslupta bir email kasıyorum filan sonra instagramda halamın gözleme fotolarını like'lıyorum, aşure yapmış bir arkadaşımın eşi onun altına “Bize yok mu!?!” yazıyorum, akşamına düğünden düğüne görüştüğüm uzak bir akrabanın rakı masası fotoğrafının altına salça oluyorum “Vaay bizsiz hea!”, o da yanıt veriyor aynı samimiyetsizlikle “Buyur gel kardeşim her zaman!” (Ama rakı bitti, boş gelme, bulabiliyorsan beyaz peynir de al, koç filan...) Kahve mi yudumluyorum. Kahve mi? Masa betiminde kahve yoktu ki? Uyanık ol okuyucu uyanık! Kalkıyorum bir kahve suyu koyuyorum...

Reklamlarda görüyorum özeniyorum filan, S Pen ile şahaneler yapıyorlar, ordan onu alıyorlar, kesiyorlar biçiyorlar, onu oraya koyuyorlar, grafikler, alım, satım filan... Müthiş. LAn bunlar nasıl işlerde çalışıyorlarda böyle şeyler yapmaya gerek duyuyorlar, hayır peki ben böyle bir işi yapmıyorsam neden böyle bir telefonu alayım. Sınırları kaldır diyorlar, noluyor abi, metrobüs kapılarını zorlarken neyin sınırlarını kaldırıyoruz? Almalı mıyım böyle bir telefonu. S Pen?

Geçenlerde bir arkaşımda gördüm, S-Pen kullanıyordu, keyifle. “Ne yapıyorsun dayı oğlu?” dedim ekranına izinsiz kafamı uzatarak. Gazete manşetinden bir kadın ünlünün fotoğrafını çekmiş, kesmiş, bıyık yapıyor, bana da dönerek “Gavur yapıyor ya!” diyor elindeki icadı gösterek.



Arka cebimden ekranı kırık General Mobile Discovery’mi çıkartıyorum, ona sarılıyorum ağlıyorum...






Bu çalışma da 32 yaşında bir arkadaşımın S Pen'inden yansıyanlar, Kurban Bayramı temalı. Hepinize de mesajı var: Ben de reklamlara kanıp aldım, daha iyisini yapabiliyorsanız buyrun çizin S Pen ile.











6 Ekim 2017 Cuma

Siyah Kumaş Pantalon

Bana siyah kumaş pantalon vermeyin abiler, ben kaldıramıyorum.
Eziliyorum altında, yapamıyorum.

Bir ağırlık çöküyor, oturuyorum öyle. Saatler boyu oturuyorum hem de! Hele o beyaz gömlek? Aman allahım! Tam bir "Aman abi ben kimseye karışmiim, böyle daha iyi" havası.
Top sakala ne demeli peki?

Ouuuv abiiiii! Top sakal, gidene güzel gider de gitmeyende kafasından büyük durur ya hani böyle! Böyle top sakallı abiler var biliyorum. Kafası 20cm, top sakal 30cm! Allahıma şükür kafa 30cm de top sakal 20cm fena durmuyor ama bir ağırlık kattığı kesin!

Olmadı be, bu akşam ne halay, ne ellik çektim yoruldum! Olmadı yani, öyle boş boş işte ayı gibi içtim. İçtik! Sabaha kadar içsek biiii bok olmaz denilecek türden içtik, biz içtikçe içki geldi! Öyle bir içmekti. Tavuk efsaneydi mesela, orası ayrı! Tereyağlı, kuyruk yağlı özel karışım felan.

Belki de yaştan dolayıydı, malum biliyorsunuz yaş 32, en tehlikeli yaş, yarrak kafalının teki de olabiliriz, bakınız karikatür, ama ne biliyim be abi insan bi Amerika görünce, orda böyle 50'li yaşlarında bile dans edip eğlenen insanları hatırlayınca bir fena oluyor. Gittik gördük oradan biliyoruz, ama buraya uyarlamak istediğimizde halaydan öteye gidemiyoruz.

Bence halay, hadi bakalım yeni bir yazı doğuyor, ne bileyim ya pek de özgün bişey değil. Özgür evet ama özgün değil, yani, nereye gidersen git gelir ama yeni özgün bişeyler yapmak iste, yeni bişeyler, olmuyor yani, sırıtıyor, ama clubber'lık öyle mi? Değil abiiii, tam aksine, hem özgün hem özgür!

Öyle işte, bana siyah kumaş pantalon giydirmeyin abiler, sırıtıyor


Google'a "siyah kumaş pantalon beyaz gömlek" yazdım ne çıktı!



Beni okudunuz
Teşekkürler



7 Ağustos 2017 Pazartesi

Ablan Stark Bebeğim

Biraz da dizilerden filmlerden filan bahsedelim he ne dersiniz?

Game of Thrones diye bir dizi var, kadınsanız Jon Snow'u, erkekseniz Khaleesi'yi(o aslında Daenerys Targaryen'dir de, bu isimle iyi övülmüyor) en az bir kere duymuşsunuzdur, heh işte onların oynadığı dizi.
Konumuz Arya ve Sansa Stark'ın karşılaşması. DİKKAT SPOILER İÇERİR!!!

Birbirini sezonlar boyu görmemiş, varlıklarından/yaşadıklarından haberleri dahi olmayan iki kız kardeş türlü entrikalar, yollar, düğünlerden, halaylardan sonra, bir sezon, evet 7. sezon 4. bölüm'de nihayet evlerinin - kalelerinin lan ne evleri yuh! - bodrum katında(he oldu olacak yüksek girişli evlerinin bodrum katında de bi de amk!) mahzeninde öldürülen babaları için yaptırılmış büstün önünde karşılaşırlar. Oldukça sade bir karşılaşmadır, keman yok, gözyaşı yok, bağrış çağrış ağlamak yok, cansiperane göğüs/bağır dövmek yok. "Aaa Arya sen mi geldin? Hmm peki canım benim öpaj öpaj" tek omuz sarılmaca(onlar, yani yabancılar/batılılar komple hep tek omuz sarılır, iki omuz sarılmak filan yoktur) ve sonrasında diyalog, dizi akar, Khaleesi ve ejderhası ortalığın mına koyar filan. Oralara kadar gitmiycem tamam, asıl yazmak için oturduğum yazımın temellerini sanırım sağlam bir zemine oturtmuş oldum.

Şimdi bu sahneyi, bu sadece 2 saniye süren kavuşma sahnesini bizim yerli dizimizmiş gibi uyarlayalım.

İki kız kardeş sezonlar seneler-burayı bir bize göre netleyelim, şimdi sezon filan kafa karışmasın, diyelim ki 10. bölümde kız kardeşler bir sebepten ayrılıyor, 250. bölümde olay patlak veriyor gibi -  sonra karşılaşır, gözler, iki kahramanın da gözlerine yakın çekim girer yönetmen, buruk bir acı tebessüm, hemen o saniye keman girer, hareketler yavaşamaya başlar, gözler dolar, doldukça dolar, yaşlar boşanmadan hemen önce keman ve slov motion ayyuka çıkmıştır artık, mümkünatı yok sahne ekran başındakileri de salya sümük ağlatacaktır birazdan, birbirlerine doğru sürünürler, artık slov motion'ı nasıl abarttıysa şerefsiz evladı yönetmen sürünüyorlarmış gibi gelir görüntü göze, yaşlar akmaya başlamıştır daha kavuşmadan, tam kavuşacaklarken, kemanlar ile birlikte çellolar da gıylar, bizim neyimiz eksik diyerek, piyano bass tellerden bir kaç ton vurur, slov motion azar, az daha sürse bu şekilde bir yeni bölüm daha çekilir o dereceye gelmiştir iş, işte kavuşuyorl.. REKLAM... haydaaaa! Kalk tuvalete git işe, ellerini yıka, dön kendine bir taze çay al ocaktan, gel yerine kurul yeniden, has*gtir şunun yanına bir de yiyecek bişey alayım de kalk geri mutfağa bişeyler aran kilerde dolapta filan, yeniden kurul, reklamın bitmesine 02:00dk yazısını gör, oyalan, instagrama bak like like like, bu olmuş mu hiç böyle, like neyse, sizin ağzınıza sıçiiim ben ama like yani, çekemiyor sanmasınlar, son 5sn, işte o an, iki kardeş sezonlar seneler sonra karşılaşır, gözler, iki kahramanın da gözlerine yakın çek...noldu lan! Sahne başa döndü, eee tabi olum, o kavuşmayı sana bu bölümde yönetmenin babasının oğlu olsan göstertmezler, göremezsin yani. Şimdi çayını iiiiç, yiyeceğini yeee, dişlerini fırçala ve diziye söve söve uyu. İyi geceler...

Beni okudunuz, teşekkürler.
Bu arada günaydın.






11 Mayıs 2017 Perşembe

Baba Ben Vegan Oldum!

Pikniksever mangalöper bir babaya söylenecek sanırım en son şeylerden biridir bu yazımın başlığı. Hem öyle bir anda söylenecek şey de değildir, allah korusun türlü türlü halleri var dünyanın. Kesin ilk başta anlamayarak direk reddedecektir, direk ama böyle bir bakışla, bir s*ktirle, sonra peşine "Yeni yeni şeyler çıkarma başımıza! Otur yemeğini ye!" diye ekleyecektir. Hem kim bilir belki de bunu -bu söylediğimi, yahu veganlığı canım - ipne gibim, puşt gibim bişey de sanacaktır; nayıııır nolamaaaaz diye oturup ağlayacaktır. O sıra ona sarılıp "Babacım veganlık o sandığın şey değil, vegan olmak hayvan kökenli gıdaları ve diğer hayvansal ürünleri kullanmayı reddetmektir, hadi kalk şimdi rakımızı içelim, kavunumuzu yiyelim, üzümümüzü emelim." der pikniği tatlıya bağlarım.

Evet, merhaba sevgili okur, naptın? Valla ben sanırsam yazmaya üşendim iki aydır tek yazı kaleme almadım. Hem zaten sen de benim yazmamı merakla beklemedin, allah belanı versin! 

Neyse konumuza dönelim, veganlık.

Korkuyorum, yemekten içmekten artık korkuyorum, korkmanın haricinde daha doğrusu yerken içerken keyif almıyorum, televizyonların sağlık haberleri, haftasonu gazetelerin eklerindeki sağlıklı yaşam ve beslenme sayfları hepsi hepsi korkuttu, soğuttu! Keyif alamadıktan sonra bir şeyler tüketmenin ne anlamı kalır ki? Bir zombiden farkımız kalır mı? Bir şeyi sırf yapıyor olmak için yapmak, işte bu bana göre hiç değil. Yoğurt? Aman efendim onu evde yapın sakın marketten ıı ıııh! Ekmek? Yahu deli misin hangi zamanda yaşıyorsun buğday mı kaldı! Süt? Ne sütü ya yarım yağlı mı, tam yağlı mı, kutu mu, şişe mi, at mı eşşek mi! Meyve suyu? Cappy'nin meyve sularında AT çıkmış! Muz? İthal muz yersen AIDS olursun sakın, içine şırıngayla AIDS'li kanı basıp gönderiyorlarmış Türkiye'ye! Tavuk? Tavuk kaka, hep antibiyotik, hep hormon! Kırmızı Et? Para?!? (Kesin onda da steroid vardır)... İşte bunca şeyden sonra, tabi bunlar bir anda olmuyor, aynı haberleri yüzlerce binlerce kez dinleyince birikiyor, kuruyor, kuruluyorsun ve en sonunda da "Baba Ben Vegan Oldum!" diyesin geliyor da diyemiyorsun işte. Ama bugün bunu ilk kez sesli olarak dile getirdim! Anlatayım.

Marmaray istasyonunda trenin gelmesini beklerken Yrd. Doç. Dr. Yavuz Dizdar'ı gördüm, yanına oturdum. Daha doğrusu yanına oturduğumda fark ettim Yavuz Dizdar olduğunu. "Hocam merhaba" dedim. Gülümseyerek "Merhaba" dedi. İtiraf etmem gerekir sesi tam bir bilim adamı doygunluğundaydı ve etkilendim. Konuşmak istedim daha çok, soru sormak, canlı kanlı bişeyler dinlemek ondan. -Tabi sen şimdi gittin di mi google'a "Yavuz Dizdar kim anuğa koyim" diye arattın, neyse ziyanı yok dön gel okumaya devam et.- "Konuşmalarınızı izliyor ve merakla dinliyoruz televizyondan ailecek" dedim, gülümsedi yine, "İnsan korkuyor doğrusu..." diye ekledim, doğruldu, ben ilki ve ikincisinde gülümsediği için üçüncüsünde kalkıp gidecek sandım ne bilim olum ilk defa bilim adamıyla oturuyoruz, neyse ki öyle olmadı "E öyle tabi" dedi tok bir sesle "Dünyanın bile yuvarlak olduğu insanlara ne zorluklarla anlatıldı, kabul ettirildi" diye ekledi konunun gerçekten de ne kadar zor olduğunu göstererek. "Kendi yoğurdumu evde yapıyorum, tavuk zaten yemiyorum uzun zamandır, kırmızı et davetlerde olursa yer olmazsa hayvan hakları filan asla gidip de yemem" diye kendini tanıttı hocam. "Hocam" dedim "Göremiyoruz neyin içinde ney var, ney yok, bilim insanları çıkıp ellerinde görseller ile, mikroskopsa mikroskop, elektromikroskopsa elektromikroskop, bu gerçek proteindir, bu yarım yamalak proteindir, bu kompleks karbonhidrat, bu poğaça, bu gerçek vitamindir, bu gdo'lu vitamindir falan desinler, ne bilim, bilim adamları göreve!" dedim! Tren gelmeden koşarak uzaklaştım oradan sığ sığ konuştuğum için - yok lan öyle şey deli misin olur mu! - "Valla vegan olasım var ne zamandır; zaten oldum olacam da peynirden vazgeçemem; peynir başka hocam, peynir yer peynir överim ben, sabah da kahvaltıyı mısır gevreği süt ile yapıyorum, süt olmazsa da olmaz, nabıcaz be Kamil?" dedim ben de kendimi tanıttım "Yok yok" dedi "Veganlık ağır olur, peynir-süt seviyesinde kalmak iyidir." dedi, trenin raylar üzerinde çıkartığı o akustik sesi geldi, iyi günler diledik ayrıldık. Teşekkürler hocam.


He işte sonra ofise geldim "Kimdi ya bu tavuk yemeyin! Tavuk yemeyin!" diye ekranlarda konuşan bilim adamı diye arattım, sohbet boyunca "Hocam Hocam" dediğimiz insanı tanıyalım bilelim dedim. Görsellerde arattım da buldum hocamı, canım hocam. Kendisini ararken bir de yazısına denk geldim "An, zamana dair tek gerçekliktir" diyordu. 

Beni okudunuz teşekkürler, hocamı da okuyunuz ve bir de peynir-süt seviyesinde kalın.




13 Şubat 2017 Pazartesi

Bugün Benim Doğum Günüm

Şimdi sizlerden bir dakikalık doğum günü saygı duruşu istiycem,öhöm öhöm  çünkü bugün benim doğum günüm!(Its my birthday b*itch!). Şaka şaka (doğum günüm olduğu şaka değil gerçek, acı gerçek hemde, hediye almadın mı? Bittin sen!  MSN’den siliyorum şimdi!), saygı duruşu filan şaka; ne diyordum, heh, şimdi sizlerden bir dakikalığına gözlerinizi kapatmanızı ve tek nefeste kaç kişinin doğum gününü sayabileceğinizi duymak istiyorum. 4-5 hadi vurduralım 6 az da kaktıralım 7 olsun. 01/01’liler sayılmaz ona göre, hem onların ki de doğum günü mü lan!

Olmuyor arkadaşlar olmuyor, tamam olmuyor demeyelim de ben beceremiyorum diyelim. Siz yine iyi olun aman, çoğundan iyi. Hasbelkader şu veya bu şekilde gerek sosyal medya aracılığı ile(çoğu kez sosyal medya aracılığı ile) gerek telefon ile az da olsa yüzyüze hemen hepinizin doğum günüsünü “orjinal” bir şekilde, işte ne bileyim bir anı anlatarak, bir foto kullanarak, sihirli bir kaç sözcük ile kutlamışımdır; şaşırtmışımdır, okurken ya da beni duyarken dinlerken yüzünüzde gülücük olmuşumdur, asla ama asla düz “Canım benim iyi ki doğdun halamı öp, dayıma sarıl, amcamı kahveden çağırmayın...” türünde bir kutlamam olmamıştır(Olum böyle kutlamalar yapmayın lan, bişeyi yapmış olmak için yapmak onu yapmak demek değildir #yazbunuiyilaf), olamaz da! Olmadı da! Olmadı işte;  geçen seneye kadar olmadı, sonra farkettim ki ben de bitmişim, tükenmişim, anı kalmadı, yeni sözcük kalmadı, foto zaten hiç kalmadı. Ulan 9 yıldır doğum gününü kendime has orjinal şekilde kutladığım kardeş gibi adamın yüzünü unuttum lan! Adamı görmüyorum bile ama her sene “Vay vay vay, oooo yine işte böyle bişeyler re re rö reöröerö iyi ki doğdunlar”a geldik çattık. Yaş ilerledikçe yeni insanlar dahil olamıyor hayatınıza, dahil oluyorlarsa da kalıcı olamıyorlar çünkü mevcutta elindekileri koruman gerekiyor önce ( İki düşünüp bir konuşalım bunun ile ilgili) Sonuçta bitti yani, tükettik oğlum! Tükettik. Yok ettik duyguyu bırakmadık. Diğer bir deyişle acımadık. Acımadan kutladık. 

Bir yıldır doğru düzgün kimsenin duvarında alenen doğumgününü kutlamıyorum, bu gerçek, işte özel olanlar - Evet lan özel olanlar ne olmuş? Yaaaa küsme hemen, 800 kişi var güzel kardeşim burda, yapma etme, hepiniz mi özel! Misal ben biliyorum ben de özel değilim senin 800 kişin içinde- filan  arıyorum veya direk mesaj(DM) ile kutluyorum doğum gününü like’ımı alıyorum, çekiliyorum kenera, işime gücüme bakıyorum. Ekmeğimdeyim.

İşte bu sebeple değerli okurlar geçtiğimiz haftalarda doğum günümün görünürlüğünü gizledim, bakalım dedim kimler kutlayacak, tahmin ettiğim gibi... Biraz susalım burda, içe dönüp düşünelim, ne pis yazar oldum her anınızı kontrol altına almak istiyormuşum gibi ama bi duralım ya, hadi kırman beni, doğum günüm lan bugün...


He belki de tüm bu söylediklerim DEV bir paradoks da olabilir ve belki de çok sevdiğim -her ne kadar zırtlan da olsa- hayranlık beslediğim Umut Sarıkaya’nın aşağıdaki karikatüründeki tip de ben olabilirim, ama unutmayın, bugün benim yarın sizsiniz.










Ve son olarak DOĞUM GÜNÜMÜ KUTLAYAN KUTLAMAYAN HERKEZE TEŞEKKÜRLER. Evet Z ile!



30 Ocak 2017 Pazartesi

Şekersiz! Orta! Şekerli!

Hani "Kahvenizi nasıl alırsınız?" sorusuna yüksek bir kararlılık ile gözlerinin içine baka baka "Şekersiz!" / "Orta!" / "Şekerli!" diye cevap verenler/verenlerimiz var ya, sanki o zamana kadar hayatında yaptığı bütün tercihlerinde daha önce hiç birini değiştirmemiş gibi, tek ve mutlak gerçek onun söylediğiymiş gibi, işte allah kimseye böyle içi boş bir kararlılık vermesin*.

Ben bu soru karşısında daha çok düşünenlerdenim, soru gelir ben düşünürüm, acaba o an canım ne istiyor diye, zaten içeceğim iki yudum bişey, şekerli de olabilir, şeker hiç olmaya da bilir, "Şaşırt beni!" diyerek orta da olabilir ama belki de canım o an hiç Türk Kahvesi istemiyordur? Belki ortamda uzun kalıcam? O zaman neden iki yudumda biten Türk Kahvesi'nden isteyim ki! Filtre kahve söylerim aslanlar gibi içerim höpür höpür.

Üzerine şekil şukul yapılan kahvelerin ta anasını avradını s*keyim!

*: Bu veya bunlardan birini yapmıyorsan sen bu bedduaya girmiyorsundur, şey yapma, alınma yani.

Beni okudunuz, teşekkürler. Sahi kahvenizi nasıl alırdınız?




16 Ocak 2017 Pazartesi

Bi Küçük Kamber Meselesi

Sabaha karşı 4'ten sonra uykum kaçtı, peki bu uykumu kaçıran ve beni huzursuz eden şey neydi? Çok geçmeden bunun cevabını hemen verdim kendime; hem de hemen! Bunca yıl oku, okut, yurtdışlarına git, gel, yazılar yaz, adım bilim ile ilim ile anılsın isterken bir anda halaylarla oyunlarla anılacağını bilmek! Evet evet işte uykumu kaçıran şey buydu; sanırım bunca yıl boşa çalışmış didinmiştim, "Hocam ödev vermiştiniz yeaaa" demiş hocalarıma verdikleri ödevleri hatırlatmış, arkadaşlara ödevden bi haber olduğumu söylemiştim(böyle pis bir öğrencilikti işte benim ki) ve bugünün hemen öncesinde gerçekleşen son nişan/düğün etkinliğinde bunu tescillemiştim. Ben bir halay başıydım! Bundan gocunmuyordum elbette, halay başı olmak üzerine de oturur saatlerce yazılar yazabilirim pekala ama konu bu değil, konu şu: Neden halay çalınca gözümün içine baka baka bana "Halay çek, hadi bi halay çek de bizi de peşinden sürükle" diyorsunuz lan! Demiyorsunuz da gözlerinizle ima ediyorsunuz adeta. Üstelik bunu halay mendilimi evde unuttuğumu bile bile yapıyorsunuz(burada "Mendilim yanımda değil" dediğimde bana ıslak mendil uzatan arkadaşımı da ayrıca teşekkür ediyorum.) lan! Ama siz de haklısınız, görüyorum ki geldiğim şu noktada bunu ben kendi ellerim ile yarattım ve ben bir canavar yaratmışım. Halay canavarı! Mendilim olmamasına rağmen gittim kız tarafından birinden mendil istedim de halay sorunsalımız çözülmüştü. Fakat düğün salonu çalgı çengicileri arsızdı, 2 saat halay çektirdiler, onlarda öyleymiş, halay komple kopup dağılana kadar halayı bitirmiyorlarmış. Halay da başıyız hani, gemisini bırakıp gidemeyen kaptan misali bırakamıyorsun da halayı. İşte öyle. 

Ancak bununla da bitmiyor ki dertler, yiyecek(mezeler) içecek(alkolden bahsediyor burda da) için para toplama bende, hadi topladım parayı, markete bari ortamın en küçüğü gitsin di mi? Cemil gitsin mesela neden ona da ben gidiyorum? Hüseyin gitsin! Hadi geçiyorum, gittik aldık geldik salona soktuk yiyeceği içeceği, masaya koyduk, eee, ne bakıyorsunuz ulan sakiniz de mi ben olayım! Oluyorum dostlar oluyorum, olmasam nabıcam, bu garipler düğün sonuna kadar o şişeyi açıp da doldurup içmezler. Hop şişe benim ele gelir, içeceklerini de ben doldururum dürzülerin! 

İşte öyle dostlar ilim ile bilim ile anılacak, entellektüel ortamlarda şiir, edebiyat, şarap konuşacakken gelinen bu vakitte müthiş bir düğün erbabı, her düğünün Kamber'i olup çıktım. Yaşım 32. Hepinizi sevgi ile kucaklıyorum. 

He pişman mıyım değilim, dünyaya bi daha gelsem yine halay başı olmak için çabalarım, sakilik de seve seve yaparım orası ayrı ama "Acaba babam pişman mıdır lan?" diye de soramadan edemiyorum kendime, düğünlerde içip içip + içirip ortada halay mendili ile kendinden geçen bir evladı var; bi ara uygun bir anında bunu da sorup yazarım size.

Beni okudunuz, uzatın bardağınızı dolduriim, düğününüze de çağırın halay çekeyim.