Toplu
taşımada telefon ile konuşmayı sevmem, hatta nefret ederim! (Normal konuşmayı da sevmem, ben kapşonu kafama geçirip, kulaklıkları kulağıma takıp, yoluma bakayımcılardanım, işte bir boş koltuk, hemen zıplarım, iki kişi olsan sen otur, yok valla sen oturlar olacak, hiç gelemem, almayım canım ben.) Zaten benimle bir defa toplu
taşımada telefon konuşmana veya konuşmasına denk gelsen, telefonu kapattıktan sonra dersin ki
"Bişeyi vardı galiba çocuğun, canı sıkkındı" doğru bildin! Bişeyi var,
hem de çok bişeyi var, canı da sıkkın, hem de çok sıkkın! Konuşmayı sevmediğim
gibi konuşanı da sevmem! Ama dinlerim. Severim yani dinlemeyi, nasıl diyorsunuz
"İyi bir dinleyiciyim." mi? Heh işte öyle. Yani siz öyle hiç bir şey
yokmuş gibi, neşeli neşeli canımlı cicimli konuşurken ben kulağımdaki
kulaklığın sesini kısaaaar ve sizi dinlerim, affetmem( Aile kavgalarını
dinlemem ama, prensip meselesi, kulaklığın sesini köklerim. ) ama konuşmayı
sevmem! Çok kalabalık abi! Hele ki İstanbul nüfusunun %80'inin toplu taşıma ile
gidip geldiğini düşünürsek(Burada oranı tamamen atıyorum fakat bu kalabalığın
da başka türlü bir açıklaması olamaz! Lan arkadaş hiç mi yerinizde durmuyonuz!
Hepiniz mi Beylikdüzü'nde oturup Mecidiyeköy'de çalışıyor!) ziyadesi ile
kalabalık, yarın yokmuş gibi kalabalık. Adam o kalabalıkta telefonu çalıyor,
arayan Buse "Nuri beni seviyor musun?"(Nuri de hiç olmadı be, hayali
bile kötü, alıyorsun düğün davetiyesini eline "Nuri ile Buse, en mutlu
günümüzde sizleri de aramızda görmekten kramp duyarız(kıvançtır da o ben kramp
diyorum çünkü klişe düğün daveti yazılarından yıldım)" Berkan olsun,
Berkan ile Buse, valla şahane oldu) "Berkan beni seviyor musun?"
diyor. Hatta eminim “Seviyor musun?” da demiyordur, “Sevmiyor musun?” diyordur,
doğrudan şartlandırmalı savunma geliştiricili (Psikolojik terimler, nasıl
sallıyorsam onun da haddi hesabı yok, ama tüm içtenliğim ile sallıyorum, öyle
boş kimseler de değiliz!). Lan adam tutunamıyor ki! Neyine sevecek seni he
neyine sevecek cadı karı! Adam akşam olmuş iş yerinde yemiş fırçayı Pınar'dan,
yemiş Zekeriya'dan, üstüne yetmemiş gibi Mecidiyeköy'den binmiş metrobüse(artık
nasıl binebildiyse, son enerjisini de oradakullandı sanırım) Çağlayan’da
telefonu çalıyor, car car car konuşuyorsunuz. Böyle olmaaaz, bakın bu gerçekten
böyle olmaz. Metrobüs yuva yıkar. (İki tanıdık kişinin metrobüste yanyana oturma arzusu üzerine de ayrıca sonraki yazılarımda değinicem) Sabah freshliğinde de sormayın, adamın tüm
enerjisini emmeyin emdirmeyin! Toplu taşımada konuşmayın dinlerim!
Eee tüm
bunların başlık ile ne alakası var lan! Geldim geldim oradayım, size İnci’yi
anlatıcam bugün.
İnci, General Motor’da çalışıyor, tahminim Levent,
Gayrettepe bölgesinde bulunuyor bu iş yeri çünkü kahramanımız Zincirlikuyu’dan
metrobüse biniyor. O da herkes gibi oturmak için sıra bekliyor(Metrobüste
oturma yöntem ve teknikleri - İki kişi birden oturma becerileri- üzerine de yazacam ileride merak edin) ama bir
farkla, o telefonda konuşuyor, birinci metrobüs gitti, konuşuyor, ikincisi
geldi, konuşmaya devam ediyor, hurra kapılar açıldı, içerdeyiz, savruluyoruz
oradan oraya, ortalık bayram yeri gibi, karnaval alanı gibi, bağrışlar
çağrışlar, çığlıklar, biraz daha abartacak olursak çocuklar ağlıyordu anne anne
diye, oturuyoruz, arka L şeklindeki kısımdayız, tabi İnci’yi merak ediyorsunuz,
o konuşuyor. İnci var, L kısımın kıvrımında(Allah da ayrıca bu yerin belasını verebilir, neden var ki!) biri var, onun yanında biri daha
var, sonra ben varım(aynen ben de oturuyorum). İnci konuşuyor, ama nasıl
konuşuyor biliyor musunuz? Zincirlikuyu’dan Edirnekapı’ya kadar konuşuyor,
dünyanın geri kalanı yokmuş gibi konuşuyor. Tabi ben bu arkadaşta konuşacak
potansiyeli gördüğümden kulaklığın sesini Mecidiyeköy'de kıstım, dinlemedeyim.
İnci’yi
betimlemiycem; anlatacaklarımdan ve bıcı bıcı konuşmasından siz betimlersiniz.
İnci tipik bir ofis çalışanı, bir kız grubu var işte işyerinde, beraber yemeğe
çıkıyorlar, yemek fotoğrafları falön paylaşıyor(Neyse ki bu furya bitti bitecek
İnstagram’da, ayak bacak fotoları da eskiye nazaran azaldı, bi selfie var
şimdilerde ama selfie asla bitmez!), sonra bir de Gökhan var, canım Gökhan’ım(Gökhan'ı tanıdığım sanılmasın, adamı gıyabında tanıyorum), aynen
tahmin ettiğiniz gibi Gökhan İnci’den hoşlanıyor, aynı yerde çalışıyorlar, hep
İnci ile konuşmak için bahaneler kolluyor falön. Gel zaman git zaman, o gün
Gökhan İnci’ye öğlen yemeğini dışarıda beraber başbaşa yemeyi teklif ediyor, işte
İnci "Kızlara söz verdim yeaaa, onlarla çıkıcaz" filanlar, "Yarın da başka bir arkadaşım
gelecek onunla yiyeceğiz"ler falönler(Gökhan’ın yerinde olmayı inanın
istemezsiniz o an. Gökhan için artık kafasının içinde Cengiz Kurtoğlu, Müslüm
Gürses çalmaya başlar, gıy gıy kemanlar, yüreğinin kesik kesik burulmaları,
acıdan yüzün ekşimesi, kendine kızmalar, karnının aç olması, peki ben yemeğe
kiminle çıkıcamlar, sosisli üzerine bir de goralı patlatırımlar- Kahramanımız
buradan sonra kendini yemeğe veriyor-) Gökhan 1-2sn’ye öylece kalır ve "Hmm aumm peki" gider, artık istifa mı eder, öğlen yemeği iki tek atıp gelip şirketi birbirine katmayı mı planlar bilemem. “Ay
çok salaktı yhaaa” diye devam ediyor İnci telefonda, bir sonraki durak
Bayrampaşa, ben giriyorum sahneye. Kulaklığı kulağımdan çıkartıp, iki yanımdakinden
öne doğru usulca eğilip, “İnci yağğ!” dedim hafifçe gülümseyerek. İnci telefonu
eli ile kapatır gibi yapıp yüzüme alık alık “Ulan ben bunu bir yerden tanıyorum
ama nereden? Sonuçta benim adımı biliyor, kesin tanımam gerek” der gibi
gülümseyerek baktı. Dedim “Beni tanıyormuş gibi bakma. Sen değil bennnn seni
tanıyorum bennnn, (buranın sonuna benn Yaşar usta gelirdi ama hikayemiz ile
ilintili değil) şurda(General Motor) çalışıyorsun, şu şu işleri yapıyorsun, orda şunlar şunlar
şunlar var, onlarla aralara çıkıyorsunuz, Gökhan var(hiç mi acımıyorsun lan
çocuğa diye bakarak), öğlen yemeği yok!”. Metrobüs arka taraf olarak güldük,
İnci inmek için düğmeye bastı. Bir sonraki durak Zeytinburnu. Gerçek inmesi
gereken durak mıydı(sanmıyorum, o çizgide biri Zeytinburnu’nda oturamaz,
barındırmazlar onu o çevrede) yoksa bunu mu kaldıramamıştı bilmiyordum. Bildiğim
İnci ve İnci gibilere iyi, güzel bir ders ve ev ödevi vermiştim. Öğretmendim
sonuçta, atanamasam da bişeyler öğretecektim.
Az
konuşun, çok sevin. Bu ne biçim öğüt lan! Tekrar deniyim dur: Detaya girmeden konuşun, özütü verin ve çok sevin. Öğüt gibi öğüt oldu.
Şimdi Leyla The Band'den Aşk Bitti diyelim
https://www.youtube.com/watch?v=9qbH3v_xA44
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder