30 Aralık 2015 Çarşamba

Suratsızlar 2

Bunun 1'ini yazmış mıydım  bilmiyorum ama şimdiye kadar yazmadıysam çok ayıp etmişim.

Hazırsanız başlıyorum. Devlet hastanesindeyiz...

Suratsız bir güvenlik görevlisi tarafından karşılandım
Suratsız bir danışmaya yönlendirildim
Suratsız bir doktora denk gelmişim
Suratsız suratsız bekledik kapısında
Sıramız geldi ama hala suratsızdık
Özetle hepimiz suratsızdık artık.

Hasta olan bendim ama suratsız olan onlardı.

Suratsız bir şekilde "Şikayetin ne?" dendi.
Gülerek bişeyim yok! dedim. Çıktım. Şaka lan şaka keşke öyle yapsaydım ama değil mi. Gurur bunu gerektirir çünkü. Doktor arkadan bağırır mıydı acep "Dur yahu sen beni yanlış anladın, geri dön gitme! İyi edelim seni gel!" diye? Oradan danışman olaya müdahil olup "Bu kabul edilemez gitmemelisiniz!" dese? Güvenlik kapının orada etten duvar örse "Hayatta bırakmayız!" dese?  Sanmıyorum. Ama onlar da öyle yapacak olsalardı tadından yenmez bir ülke olurduk o zaman.

Devlet hastanesindeyiz ya hani "Şikayetin ne!?!" git bakalım özele "Canım sen nerelerde kaldın yaa, geç otur şöyle hemen bakalım nemiz var? (Gülücük gülücük) Rapor mu? Ya yazarız o kolay, kaç gün demiştin? Köpeğin olsun!" özel ya. Ama devlet adeta tıpkı bir "Niye geldin la buraya!" der gibi. "Ya senin bişeyin yok! Galk git meşgul etme hastaneyi it herif!" devlet ya.

Neyse; arkadaşlar asıl sizin şikayetiniz ne? Siz bana onu deyiverin. Bari gelmişken bunu çözelim. Nedir bu suratsızlık? Yahu biz etrafımızdaki enerji emenlerden uzak duralım dedikçe sistem bizi enerji emenlerin kucağına bırakıyor! Lan gardaş bu nasıl yara?





Beni okudunuz; teşekkürler.


17 Aralık 2015 Perşembe

Reklamlar

Olmaz olasıcalar!

Lan oğlum böyle reklam afişi mi olur? Sizin ofisin hiç mi bi çaycısı yok işlerinize karışan! Hiç mi sağındaki solundaki eşe dosta akrabaya göstermiyorsunuz yaptığınız işleri "Bak nasıl olmuş?" diye! Ya hiç mi yok delikanlı gibi biri çıkıp "G*ötüm gibi!" olmuş diyecek! Bu nedir ya! Böyle şey olur mu allahınızı severseniz! Birde üstüne üstlük bu topraklarda! Sanki çok neşeliyiz, hiç derdimiz yok, o kadar mutluyuz da biraz bu reklam afişi!

Biliyorum dostlar biliyorum çok sert girdim biliyorum, ayrıca başlamadan önce de özür dilemem gerekirdi; yolda izde metroda gazetede dergide gördüğünüz yetmiyormuş gibi bi de üzerine bu yazı.

Şu tiplere bakın tiplere! Allahım sanırsın semt pazarından giyiniyorlar. Anneleri babaları durum yokluğundan pazara götürmüş, bunu giyeceksin demiş! Sonra da bedel olarak bütün pazarı bunlara gördürmüş, gelirkende 30 tane poşeti ellerine tutuşturmuşlar domatesinden, salatalığına(bunların arasında neler var, hani derler ya bilmem nesinden bilmem nesine çeşit, sanki bir standart var da; neyse) elmasından, portakalına poşet poşet mahalle mahalle mahalle gezdirilmişler. Sanırsın %50 indirim yetmemiş neden %100 değilmiş!

Nasıl? Cool mu durmuşlar? Yahu neyi coolluk bunun! Bunu gören genç kızlar örnek alıp böyle cool cool mu takılıyorlar! Lan onların coolluğu batsın mallıklarından geberecekler!

Yahu böyle enerji emen reklam afişi mi olur! Mango! Sana diyorum sana! Lan biz eşi çocuğu evde bırakıp işe gidiyoruz işe! Bu suratları görerek mi gidicez işe!

İş yerindeyiz:
Parton'la
-Neyin var?
+Sorma ya Mango afişi!

İş arkadaşı ile
-Abi naber?
+Mango afişi gibiyim!

Evdeyiz:
Hanım ile
-Bugünün nasıl geçti?
+Mango reklamından hallice.

Okuldayız:
-Sınav nasıldı?
+Mango afişi!

Yani sanırsın ülke olarak herşeyimiz 4x4'lük, mutluluktan almışız başımızı gitmişiz bulutlara, gebericez, ulan bu mutluluk başımıza dert açmasın azıcık insanlara hüzün dolu suratların da var olduğunu gösterelim demek istercesine reklam afişi yapmışsınız. Sanki etrafımızdaki ruh emiciler yetmiyormuşcasına reklam afişi yapmışsınız! Ayakta alkışlıyorum!

Hangi mi reklam afişinden bahsediyorum? Aha dayıya sorun:



Beni okudunuz; teşekkürler.





15 Aralık 2015 Salı

Vurun Santa Claus'a!

Beyler yine kaçıyor yakalayın horospuçocuğunu! Mına koycaz hepsinin!...Bu sene kaçamayacaksın elimizden Santa Claus, işin tamam bu sene! Bittin oğlum sen, hede höde ve de hödö!

La bu Santa Claus size ne etti?

Açık konuşayım Noel Baba (Santa Claus dediğim abi işte bu abi) hakkında zerre bilgim yok. Yıllardır yeni yıl kutlarım, kutlarız, ancak gelin görün ki Noel Baba ve onun "gizli misyonu" hakkında gram bilgim yok! Zaten olamazdı da çünkü bizim evlerin bacaları ancak soba borusu girebilecek tarzdaydı, belki de sırf bu yüzden inanmadım; inanamadım varlığına, her neyse, kime ve neye hizmet ediyorsa etsin, belli ki amacına ulaşamamış. Hatta bu sebeple başarısız olarak bile kabul edilebilir. Ancak gelin görün ki aile bireyleri ile eş ile dost ile bir arada olmak için bahane sunuyor sana bana bize, bunu da kullanmak düşüyor size bize "onlara". Tamam onlar hariç. Ya tamam kutlamayın! Kaçıyor bak; az önce köşeyi dönerken gördüm dey daha şorada, geyiklerini çözene kadar yakalar üzerine çullanırsınız. Seyirtin!

Şunu da iliştireyim, sakalından, sarığından öfke akan, nefret akan, bakışları ile çocukları korkutan çok hacı/hoca gördüm ama Noel Baba figürü hiç görmedim. Noel Baba hiç görmedim, ondan da bişey hiç istemedim. 


Başlamadan önce naptınız bütün bir yıl uslu durdunuz mu bakalım?

Başlıyorum;

Sonra şunu da sormayı unutmadan; yılbaşında ne yapıyorsunuz? YOLBOŞONDO NO YOPOYORSONOZ?

Başladım;

Kolanın içine leblebi atıp yakalamaya çalıştığım günlerden beri yeni yıl kutlarım; babalar sobalı odada ayaklı masada rakılarını yuvarlar, analar mutfakta portakal soyar, elma soyar, tavuk kavurur, biz soğuk arka odada dört ayaklı açılmalı yer masasında(daha sonra fizik bilimindeki gelişmeler ile üç bacaklıları çıktı, denge meselesi.) sofra bezinin altına girmiş, altına girmiş derken beden dışarıda kalacak şekilde dizlere kadar çekilmiş anlamında, kuzenler kolanın içine leblebi atar; bazı leblebiler dipte kalır, az daha kola koyar, burnundan geğirir, gecenin ilerleyen saaatlerinde (Saat 10:00'da yani) kola ile fanta karıştırılır, denenir, denettirilir, "O süpermiş lan!"lar eşliğinde eğlence fantalanır; buradan feyz alan bir başka kuzen, komşunun oğlu da olur, "Sprite ile deneyin! Ufff!" der ve tüm ilgiyi üzerine çekmeye çalışır o sırada babamız olmuştur artık, gelir odaya bir bakar, şöyle bir gülümser, "Yeni yıl!" der "Çok güzel olacak hepimiz için.", o gülüş yeterlidir, umut vardır, sarılır öpüşürüz filan derken içeri davet ediliriz, hep birlikte geri sayıma geçer, yeni yıla gireriz. Yeni iyidir; yeni güzeldir. Her zaman değil ama yeniler, canlandırır, belki bir amaç tohumu eker bedenine, o tohum bir ağaç olur...Bu böyle sürer gider...

Unutmadan, mutlu yıllar. 











30 Kasım 2015 Pazartesi

Yüzüklerin Efendisi: Halay Kardeşliği

Haftasonu muhteşem bir düğündeydik. - Düğündeydik diyorum çünkü ulan hepiniz oradaydınız be! Anam ne galabalıktı! - Neyse sulandırmadan şu yazımı yazayım; ne diyordum, heh düğün, tamam. Düğünü düğün ettik ve son olarak kravatı çıkartıp kafaya bağlayarak düğünü adeta taçlandırdık. Ama bi dakka ananıs*kim yüzük yok! Yüzüğüm yok! Nerede bu lanet olasıca yüzük Gandalf! Gollum sen mi aldın lan yüzüğümü! Gandalf bi büyü yapsan da şu masaları kaldırsan ben bi altlarına baksam hı? Hanım ağzıma s*çacak Gandalf bişey yap ne olursun! Nasıl söylerim ona yüzüğü kaybettiğimi? 

Neyse orta dünyanız batsın sizin! Benim gerçek dünyaya dönmem gerek bir an evvel.

Hanımın yanındayız. Önce bi şu kravatı kafamdan çıkartıp doğru düzgün ait olduğu yere bi bağlıyım, önümü de ilikleyim, yüze de bi şirin ifade kondururak "Karıcım (Gülücük gülücük) mehe mehe, yüzüğüm kayboldu (üzül üzül kahrol)" sen şu kravatı bi al ben bi yarım saat kaybolucam, masa masa arıycam. Bulamazsam bile emek verdim, bulamadım derim ileride. Bu güzel gençlerin düğünlerini de yıllar boyu "Yüzüğümü kaybettiğim düğün" diye hatırlarım. Allahım düşüncesi bile dehşet verici, kuzenimin düğününü lan! Senelerdir beklenilen düğününü, gerçek bir aşk düğününü (Bunu gülüşlerinden pekala anlayabilirsiniz (kıps) ) çılgınlar gibi oynayıp kafaya kravat taktığım düğünü ben "Yüzüğümü Kaybettiğim Düğün" diye hatırlayacaktım. Onları ne zaman görsem aklıma yüzüğüm gelecekti, yeni bir yüzük alınır tamam ama bu bir yüzüğün kaybolduğu gerçeğini değiştirmez, hayatta bazı şeyler bazı şeylerden değerlidir. (Ne konuştum beee!). Aramak diyordum, yüzüğü aramak, köşe bucak aramak, masa örtüleri kaldırarak aramak (en kötüsü de buydu, elalemin masasının yanına gidiyorum, örtüyü kaldırıyorum, masanın altına eğiliyorum; başka yerde yapsan linç ederler seni) kimseye belli etmemeye çalışarak aramak, (Tamam bunu çok uzun sürdüremedim, çünkü iri kıyımım, çünkü kelim, çünkü dikkat çekiyorum), yok yok yok, yüzük yok. En kötüsü de neydi diye soracak olursanız halay devam ederken benim yüzüğü aramamdı derim; kusursuz bir dramdı. Sen yüzük ararken halay duracak değil ya! Ama benim tahminim yüzüğü halayda kaybettim; o hızlıya geçiş anında aheng bozulup bir anlık coşku ile, fırladı gitti kesin. Ve yahut serçe parmaklardan tutuşurken bir anda omuza eli atarken de uzunlamasına fırlamış da olabilir. Ne kötü, bir halayda kaybetmek seni canım yüzüğüm. Ben şimdi ne yaparım! Tıpkı bir gerzek gibi görünüyordum orası kesin ve dışarıdan bakanlar "Şu gerzek var ya, yüzüğünü kaybetmiş, geçen düğünde de Rayban gözlüklerini kaybetmişti" demeyecekler mi? (Aynen, bundan önce bir düğünde de Rayban gözlüklerim kaybolmuştu) . Demesinler lan, demeyin olur mu? Yüzük yok. Bir anons geçtireyim bari (Gerzek şimdi spikerin yanında bakın, yüzüğünü kaybeden gerzek!) , sonra halaya devam, halaya küsmek olmaz, kalk hanım oynuycaz. 

Düğün bitiyor, fotoğraflar çekiliniyor, davul zurna eşliğinde alkışlar ile salondan çıkılıyor. Yüzüksüz! Yüzüğüm! Son olarak garsonların şeflerine ve müdüriyete de haber bırakayım da, hani bir ihtimal bulunursa, hani manevi değeri büyük, çok mutlu olurum. Allaha ısmarladık, hadi gittik biz.

Arabadayız.(Hepinizin hanımın tepkisini merak ettiğinizi biliyorum) Boşver dedi, giden gitti, olan oldu, üzülmen bir şeyi değiştirmecek. Öyle mi? Peki karıcım. Hadi gidelim.

Evdeyiz. Hop telefon, Ankara'dan abim gelmiş(abim mabim yok şarkı söylüyorum), yüzüğüm beni ne çok severmiş. Yüzük bulunmuş dostlar, yüzük bulunmuş! Teşekkürler Gandalf; canın cehenneme Gollom! Hanımla sarılıp ağlaştık, gittim şef garsona sarıldım ağladım, yüzüğümü geri aldım.

Burada yazmayı bitiriyorum ve diyorum ki: Unutmayın, aramakla bulunmaz, ancak bulanlar daima arayanlardır.




"Hepsine hükmedecek bir yüzük, Hepsini o bulacak, Hepsini bir araya getirip, karanlıkta birbirine bağlayacak."

Beni okudunuz; teşekkürler

26 Kasım 2015 Perşembe

B*ok Var!

Efenim malumunuz Perşembe, bir diğer adı ile #tbt, throwback thursday, şimdi burda bir fotoğraf ile sizlerle anımı paylaşmayacağım tabi, ancak bir anımı paylaşabilirim, çünkü yazıyorum.

Lisedeyiz; öğlenleri yerim diye evden tost most sandwich yapıp getirmişim; ilk tenefüs zor dayanıyorum, ikinci tenefüs indiriyorum mideye. Üzgünüm anne; üzgünüm. Böyle bir pis boğazdım işte ben. Nasıl bir vicdan ama! Lan ben onu öğlen yiyecektim! Tüm bunlar(Ulan iki satır bişey yazdın "tüm bunlar" dedin, tüh senin yazarlığına! Yahu işte evden okula gelirken ki süre, okulda sıra olunuşu, andımız, lisede andımız var mıydı lan! S*ktir et, itele gitsin, birinci tenefüs filan işte filan derken ders dinleyemiyordum lan! O derece!) yetmezmiş gibi "sınıf kemirgeni" - ben onlara kemirgen diyorum- "Ooooo ne yiyorğğuuzzzassheaaa!" diye salyalarını akıta akıta yanına gelmez mi! Sizi bilmem ancak ben öyle yiyeceğimi pek paylaşamazdım. Hele hele son lokmasını! Asla! Napiim olum tek çocuktum ve güzel yerdim; anaokuluna da gitmedik ki paylaşmayı öğretsinler. Öyle gelişine yaşadık işte hayatı; plansız, programsız, taktiksiz ama sıralı. Önce ilkokul, hemen peşine ortaokul, lise derken hop üniversite ve askerlik. Yok yüksek lisans yapmadım; doktora neyim de düşünmedim. Dedim ya stratejisiz yaşadık biz, gelişi güzel, düz. Miss. Hem ailenin kafası rahat hem senin anlıyon mu? Neyse ne diyordum ben; heh tost most sandwich falön, yok o bitmişti o değil! Onu yuttuk! Sınıf kemirgeni diyordum; ulan doymak nedir bilmeyen aç (Bunlar doymazlar efenim, karbonhidrat tükettiklerinden, midelerine bişeyin gittiğini beyinleri uzun süre sonra algılar; ilk yediklerini algılayıp sindirirken, ikinci yediklerine kadar ilk yediklerini unuturlar, anladın? Burası biraz karışık, neyse; ve bu sebeple gün bitene kadar aç aç onun bunun yanına gider "Ooo ne yiyoruz yeaaa!" diye dolaşırlar), ben seni gördüm, sıradan önce bir koca açmayı gömüyordun; ilk tenefüste kantinde patates ekmek yutuyordun, derse plastik bardakta çayınla geldin ağzında patates ekmeğin son lokması, dudak kenarları ketçap kalıntısı, sıranın altına koydun çayını, riske girip derste yudumladın, biliyorum hepsini ama hepsini! "Sen görürsün oğlum" der gibi bakar; bir de vicdan yaptırırlar sana; ama sen duuur, sen dur ama sen dur, verecek bir cevabım illaki var.

Şimdi cevap veriyorum; B*ok var gel!


Beni okudunuz. Teşekkürler.




19 Kasım 2015 Perşembe

Nankörsün Galatarasay!

Sıradan bir sabah, metrodayız, kitap okuyorum. Yanımdaki tanımadığım genç de bişeyler okuyor, Dönüp bakıyorum ne okuyor diye, sınav notları okuyor, A4 kağıt, diklemesine, fotokopiciden çıkmış. Bütün satırlar çizilmiş. "Kafanı s*kiim!" diyorum onun hemen başında bekleyen abiyi görüyorum. Ayakta gazete okuyor, göz ucuyla manşete bakıyorum; sarı kırmızı "HAMZAOĞLU GİTTİ." yerine kim gelirse gelsin umrum olmaz bir Galatasaray'lı olarak. Galatasaray'a da az önce sınav notları okuyan tüm satırları çizen gence söylediklerimin aynını diyorum; sonuna Galatasaray'ı ekleyerek! Nankörlüktür bunun adı. Sana 10 ay gibi kısa bir sürede  3 kupa getirmiş biri, ulan üstelik çok değil geçen sezon lan, bu şekilde gidemez! Gitmemeliydi! Ancak bu Galatasaray'ın ilk nankörlüğü değildi! Hüzünlendim. 


1996-97, 1997-98, 1998-99, 1999-00 ne yıllardı ama be; hea? Müzikli maç özetleri olurdu, sadece spikerin "Gooool!!!" sesine yer verirlerdi biraz müziği kısarak, ağlardım. Ağlardık da belki. Hiç unutmam yine böyle kolajlardan oluşan bir videoda Arif'in Manchester United'a attığı o gol anında gözlerimden yaş boşalmıştı. Bu futbol için ilk göz yaşımdı. Bunu gören kuzenim "Lan oğlum niye ağlıyorsun!" da demişti ama ona Star TV'yi gösterdim, "Baksana" dedim burnumu çekerek, kolaj devam ediyordu, müzik devam ediyordu, Kubilay kalenin içine giriyordu, ben ağlıyordum ancak o Beşiktaş'lıydı. Ağlamadı. Beni de anlamadı. Gitti. Güzel yıllar bitti, Terim gitti, Hakan gitti(Siyasete girmese heykeli dikilecek adamdı) Arif gitti... Burda durup, şapkamızı önümüzde koyup biraz içerlenelim... 

Bunları bir kez anlatıcam ve bir daha da gündem olmayacak.

Lucescu geldi. Mircea Lucescu. 2001-2002'de takımı şampiyon yaptı. Gönderdiler. Nankörler. Futbola küsmüştüm, zaten üniversiteye hazırlanıyordum, Futbol benim neyimeydi zaten di mi? 22 adam bi topun peşinde falön, hı? Dayım reddedemiyceğim bir teklifle geldi. Sahte kombine ile, çift turnike ile Beşiktaş kapalı trübünde maç keyfi. Namı değer Çarşı! Sezon boyu hem de! Dershaneden çıkışlarda, maç denk gelirse, biraz da stres atmak için gidiyor geliyorduk trübüne. Hali ile kaptırıyorduk bazen ancak benim aklım daha çok permütasyon kombinasyondaydı. Alkali metallerde, mol hesaplarındaydı. Tabi bu trübün işi duyuldu filan, Beşiktaş'lı olduğum söylentileri dedikoduları yayıldı. Küskündüm takımıma, nankörlük etmişlerdi, ayıptı, günahtı yaptıkları, ben de hatalar yaptım. Velev ki oldum, döndüm yani, sezon bitince üniversite okumaya Ankara'ya gidecektim. Orada ne yapacaktım futbolu ki? Bir kere küsmüştüm, boş bir şey olduğu yönünde kendimi telkine geçmiş, futbol konuşmamaya karar vermiştim. Öyle de oldu. Ta ki 2005-2006 sezonuna kadar. Tarih 14 Mayıs 2006 haftasonuna üniversiteden eve gelmişim. Bir şeyler çiziyorum masada, teknik resimler filan. Babam radyodan Galatarasay maçını dinliyor. Diğer tarafta da Fenerbahçe'nin maçı var. Ben futbola nötrüm o zamanlar. Her iki takımın da puanları aynı. Ligin son maçı, şampiyon belli olacak. Nötrüm buna da. Maçlar başlıyor, ancak Fenerbahçe'nin maçı konfeti yağmurundan duruyor. Banane dursun. Galatasaray'ın maçı başlıyor. 1-2-3. Galatasaray 3-0 yeniyor. Fenerin maçı devam ediyor; aslında aynı dakikalarda bitmesi gerekiyordu biliyorsunuz konfetilerden maç 16 dakika uzadı. 16 fucking minutes! Nötrlük de bir yere kadar! Babam gururlu, ben daha az nötr. Radyodan Fenerin maçına geçiyoruz, Fener'in puan kaybetmesi gerekiyor. Ben çizimi bırakmışım, babamı izliyorum. Adam ayakta. Hop oturuyor, hop kalkıyor Uzatma dakikalarını bekliyor. Sonra Appiah'ın kaçırdığı gol filan derken, maç 1-1 bitiyor.  Appiah da ağlıyordu, babam da ağlıyordu. Biri gamdan kederden, biri sevinçten neşeden. Babam ağlıyordu lan! Ben ne yapacaktım? Güzel bir pazardı, şampiyon olmak için güzel bir pazardı, kalktım, yerimden doğruldum ve koşarak babama sarıldım. Ben de ağladım ve "Baba ben Galatasaray'lıyım." dedim. Maç bittikten, pardon Şampiyonluğu kaybettikten sonra "Kalk Appiah kalk, Allah'ın dediği olur" diyordu Appiah'ın başında biri. Aynen işte böyle.

Bitiriyorum, bitirişi de yine Mesut'u överek yapayım

Futbola karşı nötrlüğüm giderek geçiyordu ancak dost meclislerinde bir "Beşiktaş"lılıktır gidiyordu. Üniversite bitti, eve kesin dönüşü yaptım. Mesut kardeşim ilk doğumgünümde beni yanına çağırdı, doğumgünleri kutlanmazdı bizde, yani öyle neşeli partili şeyler filan yoktu, anne baba pasta tamamdı o iş ama Mesut beni doğumgünümde çağırmıştı. "Al!" dedi "Rengin belli olsun." çıkardı bir hediye poşeti, orjinal Galatasaray forması. Canım Fenerbahçe'li kardeşim benim. Sarılıp ağlaştık filan, işte futbol böyle bişeydi. O gün bugün başka bir Galatasaray'lıydım. Ancak bugün, bu haber beni yeniden futbolu sorgulamaya itti. Vefa bitti, bitmiş.



Son söz:


Hayatımın bir döneminde Beşiktaş'lı olmuştum, gerçekten çekilecek dert değil arkadaşlar. Allah Beşiktaş'lılara başka dert vermesin. Bu sene iyiler, iyiler tabi, her sene olduğu gibi. Dilerim şampiyon olurlar.

Beni okudunuz, teşekkürler.

18 Kasım 2015 Çarşamba

Emmi 2

Bırakın kolumu pantalon paçalarını kıvıran erkekler için de yazıcam! 

Dünkü yazımı okuduysanız yavaş yavaş Emmi'lik moduna girdiğimi anlamışsınızdır. İşyerindeki arkadaşlarım da anlasın diye bugün işe kasket ve hırka ile geldim. Emin adımlar ile yürüyorum bu yolda.

Şu kolumu bırakırsan eğer son emmilik maceramı anlatıp bu işi noktalıycam ve önümüzdeki 10 sene boyunca emmiliği yazılarıma konu etmiycem. Yani umarım etmem. Emin de olamıyorum şimdi, emmilik bir öylelik bir böylelik sonuçta.

Dilerseniz önce ailemden gizli 3 yıl küpe takma hikayem ile başlayayım. Ailemden dediysem genelde babalardan gizlidir her şey. Kısa kesicem. Üniversiteden eve haftasonu için kaçıp gelmişim, arada yapıyorum, çamaşırlar yıkanıyor, gömlekler ütüleniyor filan, miss. Akşam olmuş, peder bey ile (Küpe takıyoruz ya, peder bey oldu) oturmuş haberler izliyoruz. Valide hanım da var hikayemizde. Valide hanım küpe taktığımı biliyor, peder bey bilmiyor. Haberlerde küpeli bir delikanlıya mikrafon uzatıyorlar, daha çocuk ağzını açmadan peder bey başladı "Şuna bak şuna ipne gibi küpe takmış!". Canım babam, annemle göz göze geliyoruz, gülümsememiz sadece dudaklarımıza yansıyor ama canım babama yansıtmıyoruz. Yansıtsak soru yağmuruna tutacak. Nem kapacak, kıllanacak, anlayacak. Varsın öyle desin; içindeki emmilik dışarı çıkmıştı sonunda babamın. Nereden bilebilirdim ki aynı emminin bu haftasonu mahalleye girerken benim içimden çıkacağını?

Şu kolumu bi rahat bırak ya!

Başlıyorum;

Haftasonu çok sevdiğim kuzenimin Hüseyin (27) çeyizini taşıdık, dönüşte kardeş kuzen Candaş (22) bir diğer kuzen Utku (16) ve bir yakınımız (28) C.U'nun şoförlüğünde mahalleye girdik. - Yaşları ayrıca belirtiyorum ki hikayemizde buna yer vermeden edemezdim. - Bir sokaktan döndük ve onunla karşılaştık. O! Paçalarını kıvırmış, dar paça, üstelik çorapsız ayakkabı giymiş genci gördük. Yürüyerek geçtiii gitti önümüzden. Ancak görüntü benim zihnime kazınmıştı. Uzun zamandır kuruyordum bunlara karşı. Kuzenlerin yanında söylenemezdim, söylenirsem abilerini, beni, yanlış tanıyabilirlerdi. Yıllardır tanıdıkları o okumuş etmiş, entel abileri bir anda yerle yeksan olabilir, belki de söz ağızdan çıktıktan sonra bakışları ile abilerini "Ben şurda ineyim yaa!" diye ellerini ayaklarına dolaştırabilirlerdi. Fakat içimdeki emmiyi durduramadım, bir anda ben de patladım babam gibi. Bütün LGBT'lileri tenzih ederek "Şuna bak şuna ipne gibi!" dedim. LGBT'lileri tenzih ettiğimi söyledim, linç yok! Bir anda C.U ve U.E'nin müthiş destekleri ile karşılandım "Helal olsun abi! Hay ağzını öpeyim!(Mecazi) Bu nedir ya! Kim alıyor bunları mahalleye!" dediler. Ulan ben "Durun vurmayın, acıyın bana" diye kendimi hazırlamışken bir anda yine omuzlarda olmuştum. Yaşayın varolun çocuklar. Paçaları sadece dereden karşıdan karşıya geçerken sıyırın.

Ama yakışana da yakışıyor be kardeşim! O kadar da emmilik etmeyelim! Amaaaa o ayaklar bi misafirliğe gitse ne kokar ama biliyon mu! Rokfor peyniri gibi şerefsizim! Selam emmi.


Beni okudunuz; teşekkürler.


17 Kasım 2015 Salı

Emmi

Önce şu yazımı yazayım, peşinden bizim belediye ile ufak bir işim var, onlara da üşenmeden yazıcam, ancak önce şu yazımı bitirmem gerekiyor çünkü emmi olmak bunu gerektiriyor.

Sanırım artık giderek emmi oluyordum. Bunu nasıl mı hissetim? Anlatayım.

Eve dönüş yolunda son otobüs ile ev arası belli bir mesafeyi yürüyerek geçiyorum, böyle bildiğin 7-8 durak yürüyorum, bunu keyiften değil, yürüyerek otobüsün önüne geçiyorum da ondan(Burada belediye küfürler ediyorum; fakat merak etmeyin, birazdan onlara da öyle bir yazı döşenicem ki, okuyanın cilt gözeneklerinden kanlar akacak, burnu düşecek, kulakları çınlayacak belediye başkanının...daha neler neler!), böylece otobüste balık istifi sinirim bozulmamış oluyor, hem de spor oluyor(yersen), 7-8 durak sonra boşaldığı yerden ben biniyorum, benim seyri sefam başlıyor(Nelere seviniyoruz Allahım!). Yaşasın eve gidiyordum! Gidebiliyordum.

Nasıl ama güzel söyleniyorum di mi? Adeta bir emmi gibi. Fakat benim emmiliğimi hissetmem düne dayanıyor, düne kadar zımbawne gibiydim. Ancak dün öyle değildi; değilmiş. 7-8 durak yürüdükten sonra bindiğim otobüste mahalleden, çocukluk arkadaşım Pelin'i görene kadar. Oturuyordu ve gülümsüyordu. Neşesi yerindeydi, aman da bozulmasındı! Baştan alıyorum. Dırım(Akbil dokunuşu, bayılıyordum bu sese) hemen şöförü geçiyorum ve iki arkasında tekli koltukta Pelin. "Meraba Pelin." yol boyu cam kenarından yol izlenmiş, kulaklık kulakta güzel müzikler dinlenmiş, hadi işten de biraz erken çıkılmış olunsundu çünkü oturduğuna göre son duraktan binmişti ve son durak da Bakırköy'dü. Biliyorsunuz Bakırköy nadide semtlerimizden. Özetle Pelin gününü gün etmiş, otobüste de oturmuş, eve dönüyordu, dönüyorduk. Ben bitkindim. Bitmiştim yani. Bunu hissediyordum fiziken. "Meraba" dedi Pelin "Bitkin görünüyorsun." diye ekledi. 7 -8 durak yürümüşüm, tabi ki bitkin olucaktım, üstelik iş çıkışı, akşam olmuş, Pazartesi bitmiş, acıkmışım filan tabi ki bitkin olacaktım Pelin; ancak bunu ben zaten biliyorum! İç sesim ile yol boyu konuşuyorum. Ancak dışarıdan bir ses de bitkin göründüğümü dile getirince o an dedim "Sen artık bir Emmi'sin ve bloğunu "Emmi Üşenmemiş Yazmış Abi!" olarak değiştirmelisin". Pelin'i hiç bozmadım, çünkü o saniye emmiliğimi kabul etmiştim. "Bitkinim ya" dedim. Sonra trafiğe sövdüm, belediyeye sövdüm, sermaye sahiplerine sövdüm, sövdüm okuduğum okullara sövdüm, Amerika'ya da sövdüm meraklanmayın, oraya gidip geldiğim havayolu şirketlerine sövdüm, sövüp durdum. Artık daha çok sövüyordum. Çünkü ben bir emmiydim.


İlk emmiliğimi anladığımda 30 yaşımdaydım ama olsundu. Mottomuz "Deniyoruz ve Yaşıyoruz"du. Değiştirmeye de hiç niyetim yok. Bu akşam hayata inat 9 durak yürüyüp binicem o otobüse!

Beni okudunuz, teşekkürm ederim. Durun canım elimi öpmeyin, yauv durun!



10 Kasım 2015 Salı

Ağlıyor musun?

"Erkekler ağlamaz!" şu şekil genellemelere de acayip uyuz olurum. Var mı aranızda böyleleri? Vardır vardııııır. Vardır da çaktırmıyordur, lavuk! Dün Twitter'da gündem olmuştu #TürkErkeğiDediğin , şu şöyledir, bu da böyledir. İstiyorsunuz ki her şeyin bir matematiği olsun, kesin olsun, net olsun, gelin görün ki ulan hepiniz matematik dersinden nefret ederdiniz be! Ben bulmaca gibi görüyor, çok seviyorum dediğimde dalga geçerdiniz! Şimdi kalkmış analiz yapıyorsunuz. (Noluyor lan durduk yere kendimden geçtim, geçtikçe sinirlendim şimdi? Du bakalım nereye gelicez.) ORKOKLOR OĞLOMOZ! Şuna bak şuna şuna hem genelleme hem klişe! Allahım nedir benim günahım bu torpaklarda dünyaya geldim! Torpak dedim rohahahaha! Güzel eğlendim bugün(Bunun karikatürü var, bi ara girip bakarsınız).

"Kadınlar hep ağlar" vardır bir de, bunu da kadın bir bloggerımız ele alsın. Ben ne alıcam lan, yanlış tespitte filan bulunurum, direk linç! Karalama da değil, linç! LİNÇ! L İ N Ç! Acımasız kadınlar! Son olarak bu konuda şunu eklemek istiyorum "Kızlar, yüreğim sızlar kızlar".

Bitmedi.

Oysa ki tüm bu tespitleri yapana kadar insanı ele alsan, onu derinlemesine irdelesen, bi şöyle kafanı kaldırıp bakınsan sağına soluna, sığ sığ analizlerde bulunmasan canım abim/ablam(Naber?) kulaktan dolma yaftalar ile, he? Hı? İnsanı ele aldın mı Dosto gibi alacaksın. Dosto mu kim? Fyodor Dostoyevski hatta Fyodor Mihayloviç Dostoyevski. Seviyorum olum ben bu adamı. Musa Eroğlu dinlerken kitapları öyle bir gidiyor ki, bakmayın öyle bön bön, valla bak! Al İnsancık'larını, koy Musa Eroğlu'nu, kitap akıyor. Kesmedi mi? Ezilenler'e bir göz at. Musa Eroğlu aslında uzun anadolu yolculuklarında iyi gider ama Dostoyevski ile de tadı bir başka. İnsanı diyordum Dostoyevski gibi ele alacaksın, tabi her babayiğidin harcı değildir bu şekilde almak. Bak mesela (Yeraltından Notlar - 1864)

"Şimdi bir an için insanların aptal olmadığını farz edelim. (Aslına bakılırsa insan için böyle bir şey söylemek imkansızdır, hiç olmazsa şu sebepten: İnsanı aptal kabul edersek kime akıllı diyeceğiz?) Ama insanoğlu aptal olmasa bile dehşetli nankördür. Nankörün nankörüdür." Yavaş geliyorum asıl konuya. Nankörlük, şu biiiiiiir.

"Durmadan dövüşüyorlar, şimdi de, eskiden de, her zaman dövüştüler ve dövüşecekler, bunun da gayet tekdüze olduğunu kabul etmelisiniz." Şu ikiiiiiii.

Son kısmı geliyor;

"Önüne dünya nimetlerinin hepsini serseniz, başı kaybolana, hatta su yüzüne ufak ufak kabarcıklar çıkana kadar saadet deryasına gömseniz, çalışmaya ihtiyacı olmayacak derecede refahını sağlasanız da, sırf ballı çörekler yiyip yan gelip yatması, bir de insan neslinin kurumaması için uğraşmasını sağlamak için iktisadi refaha kavuştursanız da, sırf nankörlüğü, küstahlığı yüzünden bir rezalet koparacaktır." Bu da üüüüüüç.

Birleştirdin mi parçaları?

Şimdi yukardaki soruma cevap veriyorum.

Ben her 10 Kasım'da ağlarım. Şimdilerde biraz daha çok ama cevap olması açısından ağlarım.

Atatürk ile ilk tanışmam: Çocukluğumdaki evimizin duvarındaki aşağıdaki posteri. Çerçeveliydi diye ekliyim.

                                                   Saygı ve Özlemle Anıyoruz


3 Kasım 2015 Salı

Farketmez!

  Bilen bilir babam farketmetizmin kurucu önderidir. Genel olarak olaylara bakış açısı “Farketmez!” z’yi biraz uzataraktan. Ne giydiğine, saçına, sakalına hiiiiç dikkat etmez, etmedi bu zamana kadar, bu yaştan sonra da edeceğini sanmıyorum. – Şimdi gözünüzün önüne saçı sakalına karışmış homeless(evsiz) gelmesin sevgili okuyucu, o kadar da değil! – Babam diyordum bu yaştan sonra sadece içeceği rakıya, yiyeceği pirzola bakar. Pirzola’ya değil, pirzol’a. Kelime anlamı olarak bir anlamı yok evet ama ona bu şekilde seslenmek benim hoşuma gidiyor. Rakı ne olsun baba? Farketmez! Tahmin etmeliydim! Neyse konumuz bu değil, canınız rakı çektiyse öğlen öğlen kusura bakmayın, babamı anlatıyorum burda. He bir de babam çok güzel torun bakar ama buna şimdi değinmiycem.

  Babam 13’lü yaşlarından sonra köyünden İstanbul’a geliyor. (Dur dur hemen korkma adam nerelere gitti neler anlatacak deme, yüzeysel geçiyorum, tamaaaamen yüzeysel hem de. Burada bir sürü hikaye oluyor ablasının yanında kalıyor filan... tabi anlatmıycam bu hikayede) Giriyor bir kaynak atölyesine, kaynak öğreniyor, oradan zamanla mobilyaya geçiş yapıyor ve burada bir patronu oluyor; etik, ahlaklı, güzel bir patron(Bu arada sonradan öğreniyorum patronu Ermeni'ymiş, biliyorsunuz Ermeniler.. Girmiyorum siyasete tamam!). “Patron” diyor, “Sence ileride ben de bir iş yeri sahibi olur muyum?” diyor. “Senin yüzün gülüyor oğlum sen patron filan olamazsın!” diyor. Babam gülmekten vazgeçmiyor, tabi hali ile patron da olmuyor, olamıyor değil, olmuyor. Bunun için bir tek girişimi yok. Çünkü ben biliyorum babam patronun bu lafından sonra dehşete düşmüştür, “Lan öyle şey olur mu, insan gülmekten vazgeçer mi? Farketmez, böyle de iyi!” demiştir, adım gibi biliyorum. Bugün bana babandan öğrendiğin en önemli şey nedir diye sorsanız “Gülmek!” derim. Doğru ben de patron olamıycam ama en dram dolu, acı, gam, keder dolu anlardan, berbat, b*ok anlardan gülmek için bir sebep çıkartıcam ve basıcam kahkahayı! Çıkartıyorum da. Çıkartıyorum di mi sevgili okuyucu? Kesin çıkartıyorumdur, teşekkürler.




  Gülmek dedim; bazıları vardır, gülerken ağzını yumar, aman dişleri görünmesin, elini ağzına götürür, gülmekten çekinir, kızarır, bozarır, entetik kaygılar yaşar, lan gül lan gül gül gül gül lan gül! Babam gibi gül, at kafanı geriye, aç ağzını, dişlerin yapılıymış, pazar yeriymiş, boşver, gül, gözlerin küçücük olsun, kıpkırmızı ol gülmekten, yine gül, sesini de kısma, gülmeye devam et. En azından gülerken biraz bencil ol! Nasıl pirzol? Yemiş kadar oldun mu? Şimdi anladın yukarıda söylediğim pirzola-pirzol ayrımını. Pirzol, pirzolanın etsiz hali, bol gülümsemeli hali. Ama rakı da pirzolayla fena gidiyor be kardeşim! 

Şimdi size güzel bir müzik
Cahit Berkay & Derya Petek - O Dava Eskidendi (Çay Taze Hayat Yeni)



27 Ekim 2015 Salı

"Sal Gelsin!" Dedi Muharrem

  Tarlalarda top oynayan çocuklara ve onların terleri ile yeşerttiği arsalara...

  Evet zamanda kısa bir yolculuğa ne dersiniz? Kimi zaman bir koku, kimi zaman bir sözcük, kimi zaman bir tad bizleri saniyeler içerisinde zamanda yolculuğa çıkartabilir. Bu yazımda işte tamda bunu deneyeceğim.

  "Sal gelsin!" dedi Muharrem. Zaten bunun dışında pek fazla şey söylediğini hatırlamıyorum saha içerisinde. Saha diyorum ama o aslında bir tarlaydı, üstelik düz bir tarla da değildi, düzlemesine 10-15 derece eğimli bir tarlaydı, yani koşarken biraz yana yatman gerekiyordu. Hüseyin bunu çok güzel yapardı, NBA'in amblemindeki  Jerry West gibi yatarak oynardı. Verdiğin pasın yerini bulmaması topun mahalleye gitmesi demekti. Ama Muharrem "Sal gelsin" diyorsa, salacaksın! İyi de neyi salacaksın? Lan mahallede yeniyiz, terim anlamını bilmediğimiz sözcükler var, neyse alışıcaz. Neyse şunu bağlayıp hikayeye dalayım. Saldın mı topu? Saldın, tamam bırak o top artık goldür. Muharrem böyle bir topçuydu işte.

  Bu mahalleye başka bir mahalleden taşınıp gelmiştik, tasolu, kuyulu(misket'li), baş'lı(misket oyunu), mors'lu(yine misketli), 9 aylık'lı(ilk çıkan Anne'dir, son çıkan Baba! Erkek erkeğe oynanan acımasız oyunlardan bi tanesi), yağlı kayışlı(En son kayışın arkamdan uzanıp yüzümün yarısını kızarttığından beri oynamadım, pes ettim, benden pasoydu, daha fazla yağlı kayış yoktu artık!), dokuz taşlı, yakar toplu, saklambaçlı, birdiribirli, uzun eşşekli, bir başka mahalleden, bir başka mahalleye. Burada da oyunlar değişmiyordu, Vampir hariç, Vampir diye bir oyunu vardı bu mahallenin, deliler gibi koşuyor, iki mahalle, bazen üç, hatta inatlaşılırsa 4 mahalle ötede oyun içindeki elemanları kovalıyorsun kan ter içinde! Evine gidip yemek yiyip gelip devam edeni vardı! Allahın pisleriydi onlar, aynı kişiler saklambaç oyununda da bi eve uğrayıp ekmeğe salça sürüp çıkar gelirdi, lan nerden buldun oyun esnasında munakim onu öyle sen! Belli ki eve gitmiş bir boşluk anında aç herif! Evde de eminim "Ne bu yine kan ter içinde kalmışsın hasta olacaksın!" diye paparayı yemiştir annesinden  ama kadıncağız kıyamamış ekmek arasını da yapmıştır...

  Mahalle yeniydi, Yücel eskiydi, 12 yıllık kardeşliğimiz vardı. Yücel korurdu beni. Korudu da! Yücel cüsse bakımından benden zayıftı, sadece Yücel değil tüm mahalle yapıca benden daha zayıf ve kısaydı ama ben yeniydim ya hani şimdi birleşip ağzım ile kulağımı yer değiştirler, bu olmasın diye etliye sütlüye karışmazdım. Etli sütlü diyorum mahallede etli sütlü olabilecek herhangi bir şey yoktu yanlış anlamayın. Bir eli yağda, bir eli balda olan çocuklar değildik en nihayetinde. Futbol topu lükstü mesela, plastik topa 4-5 kat koli bantı sarıp onu futbol topu yapardık(Tamam itiraf ediyorum benim bir futbol topum vardı, gerçek bir futbol topuydu ama başına bir iş gelmesin diye hep evde oynardım, çıkarmazdım dışarı.). Nasıl mı korudu Yücel beni? Anlatayım: Beni top oynatmazlardı, Yücel'e gider, camdan "Yücel beni oynatmıyorlar lan!" derdim, kahvaltı masasından ağzında zeytin çekirdeği ile fırlayan Yücel "Kimmiş onlar!" deyip o önde ben arkada tarlaya doğru çıkardık, önce zeytin çekirdeğini ağzından çıkartırdı "Oğlum bakın bu çocuk da oynayacak!" derdi. Oynardım da. Sonra Yücel kahvaltısına dahil olmaya giderdi(Tahmin ediyorum tuzlulardan sonra tatlıya geçecek ve ekmeğin arasına kahverengi helva (cevizli yaz helvası diyorlarmış, sonradan öğrendim) basıp, kahvaltısını sonlandırıp birazdan o da gelecekti. Benim annem babam çalıştığından kahvaltıyı erken yapar sokağa fırlardım, Yücel'in? Bi dakka lan Yücel'in de anne babası çalışıyorlardı, nasıl olacak şimdi? Yücel geç kahvaltı yapmayı seviyordu diyelim.). Sağolsun Yücel'in çok iyiliğini gördüm. Yücel ile Muharrem kuzenlerdi ve güzel, kaliteli, lezzetli bir karşılaşma olacaksa bu ikisi mutlaka ayrı takımlarda olurlar ve adamları bunlar alırlardı. Yücel'in futbol zekası yüksekti, oynar, oynatırdı, Muharrem'in ise kişisel becerisi, tekniğine diyecek yoktu, kaliteli bir forvetti, kaleci ile başbaşayken atamadığı bir gol hatırlamıyorum, biraz daha ileri gider kaleciyi sürüm sürüm süründürür top ayağında, en son kaleci pes eder o da topu kale çizgisine taşır ve yerde duran topa eğilerek kafa vurarak bitirici vuruşunu yapardı. Zaten bir futbol karşılaşmasında böyle bir gol yeniyorsa, o takımın defansı muhtemelen gol atma sevdasına ileri çıkmış, tüm ümitleri tüketmiş demektir. Bitsindi artık maç! Hadi beyler babam geldi verin topu eve gidiyorum ben! 

  Yıllar sonra haber aldım Muharrem İddia'dan büyük paralar kaldırıyormuş, helali hoş olsun. Bizi de görürsün artık Muharrem bu yazıdan sonra?

Beni okudunuz teşekkürler.

Şimdi de UEFA Champions League official theme song diyelim 

https://www.youtube.com/watch?v=0Qqd6T_A9LY

20 Ekim 2015 Salı

Karanlık Korkusu

      Çocukluğumdan beri korkarım karanlıktan; hala da geçmek bilmedi o ense kökünde uçuşan kelebek hissi. Kimsin olum sen! Ne istiyorsun! Sigigit! 

       Şimdi bunun derinine inelim...

     Sobalı evlerde soba tek odada yanar, - hadi yaaa, demek bir odada yanar, biz beş odada birden yanar diye biliyorduk!- taam lan taam vurmayın, yazılarım önümüzdeki yüzyıla yayılacağı için bu gibi detayları geçmem gerekir, belki ileride çocuklar karanlık korkusunu yenecek ve yazılarım bilimsel bir araştırmanın kaynağ... kestik, ne diyordum diğer odalarda g*ötünüz donardı! Mutfaktan su almaya gideceksen veya tuvalete gidip geleceksen soba yanan oda var ya hani, onun kapısını kapalı tutman gerekiyor her daim! Öyle açık bırakayım, kuşlar gibi seke seke işimi göreyim geleyim, oh ne güzel memleket yok! Elin arkaya gidecek. O kapı ya kapanacak ya da ka-pa-tı-la-cak! Ondan sonrası mı? Ondan sonrası karanlık, yapayalnızlık, bilim-kurgu, aşk, nefret, ihtiras... Hele birde sobalı odadan çıkıp gideceğin bir diğer noktaya varana kadar ki ışığın düğmesi gezegenin öbür ucundaysa kendini uzay boşluğunda sanmıyor musun? (Sanıyorsunuz di mi? Yani bunu sanan bir tek ben değilim? He? Hı?) Uzay demişken ben annem ve babamı uzaylı sanırdım(Hadi ama hangimiz sanmazdık ki o dönem!). Sobalı odanın kapısını kapattığımda onlar uzaylı birer yaratığa dönüşüyor, işimi bitirip salona döneceğimde ise, kapı koluna dokunmamdan anlayıp babam için bıyıklı ve göbekli bir insana, annem için sıkma baş eşarp bağlayıp örgü ören bir kadına dönüşüyorlar olarak kurgulardım. Hatta bir tık daha ileri gidip kapı koluna dokunmamda saniyeler öncesini bilebiliyorlardı kesin o arada dönüşüyorlardı diye düşünürdüm. Zaman sonuçta görelilik kuramı diye bişey var ama ben bunu o yaşlarda nasıl kurgulardım bilmiyorum. Yıllar sonra bu sanrıdan kurtuldum ancak karanlık korkum devam etti... 

    Evden karanlıkta çıkıp işe gitmekten, eve karanlıkta dönmekten korkuyorum, öyle ense kökümde uçuşan kelebek hissi gibi değil bu kez ama işte korkuyorum, ulaşabileceğim bir düğme de yok gün aydınlansın ama aymıyor artık ve bahara kadar böyle olacak aymayacak.

   Karl Marx'ın da dediği gibi, bilemiyorum gerçekten demiş midir ama hayali bile güzel, üniversite yıllarımda devrimci bir arkadaştan duymuştum, "Günde 8 saat çalışıcaz, sonra çocuklarımız ile balık tutmaya gidicez." iyi güzel diyorsun da Karl'ım Marx'ım uzun süren metrobüs yolculuklarını nasıl yapıcaz? Beylikdüzü'nde oturan insanları ne yapıcaz asıl? 

     Bağlıyorum.

    Neyse ki doğalgaz bulundu, kombi icat oldu, radyatörler geliştirildi de artık oda kapıları ardına kadar açık, hiç bir çocuk anne babasını uzaylı sanmayacak, karanlıktan korkmayacak.

   

Şimdi buraya Umut Sarıkaya'nın en baba karikatürünü bırakıyorum, saatlerce bakıp detay üstüne detay, ayrıntı üstüne ayrıntı yakalayın.

16 Ekim 2015 Cuma

Gazi'li Olmak Ayrıcalıktır

  Sıcak bir yaz günüydü, öyle sıcaktı ki başa güneş geçer diye kimse tarlaya top oynamaya da çıkmıyordu...Öyle sıcaktı ki evde ağzımdan salyalar akıta akıta çekyatta uzanmış Tsubasa izliyordum ve esmiyordu! Tsubasa akıp gidiyordu ben terliyordum, durmuyordu Tsubasa ve her ne hikmetse saha da bitmiyordu. Ben bitmiştim! Bitsin bu yaz artık çok sıkıldım!

  Kapı çaldı, gelen postacıydı, elinde koca bir zarf vardı, o zamana kadar ne ben bir postacı görmüş, ne de adıma bir şeyler gelmiş olsundu "Posta Kutumuza". Posta kutusunu neden tırnak içine aldım di mi? Yoktu çünkü, bizde postacı getirdiği ne varsa (Bu o zamanlar genelde telefon faturası oluyordu, şimdilerde var mıdır, kalmış mıdır bilmiyorum) dış demir kapının altından sallardı gelişi güzel, biz de akşam apartmana girince tekmeyle isim yazılı tarafı görecek şekilde önümüze getirmeye çalışırdık, tekmeyle evet! Ve her nasıl oluyorduysa postacıyı da görmüyorduk hiç birimiz, şimdi postacıyı elindekileri kapının altından sallarken hayal edelim, o üniformalı adam eğiliyor filan, tahmin ediyorum kondisyonu da yoktur kan ter içinde eğilip, kan ter içinde doğruluyordur offlar puffflar içinde...gözünde canlandırınca da komik oluyor. Neyse ne diyordum? Heh Postacı. Dedi ki "Müjdemi isterim!" Lan pezemeng seni 18 yıllık ömrü hayatımda ilk kez görmüşüm nedir bu kaymak sıyırma telaşın! Hiç mi söylerken sıkılmaz, bozarmaz tek nefeste "MOJDOMO OSTOROM ABİ!" dersin. Asıl ben müjdemi isterim, ne lan o elindeki koca şey zıbış! Bütün bir sene üniversite sınavlarına çalış, arkadaşların Bakırköy, Taksim gezsin sen yok yaa evde olup 500 soru çözücem de(şaka lan şaka 500 soru neymiş anuna koyim) onları geri çevir, sınav stresini çek(Gerçi ben kazanacağımdan emindim de öhöm öhöm, sınavın ilk 10 dakikası titreyen ben değildim sanki munoko), sonuçlar açıklansın, tercih yap, kabulünü bekle, Postacı gelsin müjde istesin pis herif! "Bi dahaki sefere abi!" dedim gönderdim abiyi(Bakın abi diyorum hala saygımı yitirmedim) sanki her sene kazanıp kazanıp gitmiyormuşum gibi, zarfın üzerinden Ankara'dan geldiği anlaşılıyordu, harika dedim, elimde zarf yukarı çıktım hemen koşa koşa, ondan önce yerde yüzükoyun yatan zarfları tekmeledim belki bir ihtimal dönerler havada okurum kimeymiş diye, s*ittir ettim eve girdim. Zarfı açtım, tebrikler falan filan falön ve filön ... Gazi Üniversitesi...Gazi'li olmak ayrıcalıktır(Lan sen devlet üniversitesisin neyin ayrıcalığını yapıyor kime neyin reklamını yapıyorsun! Bakiim sitesine gireyim belki slogan değişmiştir...Google, Gazi edu, enter, Gazili Olmak Ayrıcalıktır, cık değişmemiş.)... Hemen dedim eş dost yakın haber edeyim. Kimleri aradım, ne dediler, ben onlara ne dedim hatırlamıyorum ama bir abimizin şunu dediğini çok iyi hatırlıyorum "Y*arrağı yedin!"

Öyle de oldu. 



Beni okudunuz teşekkürler.

Şimdi de Kaan Tangöze'den Taksim Meydanı diyelim

https://www.youtube.com/watch?v=IorJc5k8wUw

14 Ekim 2015 Çarşamba

Abi Ar-Ge Yok Türkiye'de Ya!

  Evet her güzel şey gibi bunu da beceremiyoruz, neyi mi? Hayata dair her güzel şeyi işte.
Serbest çağrışımlar ile bir dizi becerememeceleriMİZ.

  Sevinmeyi, beceremiyoruz mesela. Koy o silahı beline saçmalıyorsun!

  Sevmeyi beceremiyoruz sonra, senin için ölürüm! İn o köprüden aşağı gerizekalı sersem seni, gidiş geliş çift taraflı trafiğin altını üstüne getirdin millet evine çoluğuna çocuğuna kavuşacak! Bencil mi oldum? Ben mi bencil oldum şimdi? Asıl o bencil oldu be, ne diye atıyormuş kendini? Sevmiyormuş diye, yada onun onun sevdiği gibi sevmiyormuş diye. Peki.

  Sevmeyi beceremiyoruz sonra 2, öldürürüm seni! Hadiiii bu da ayrı bir boyut!

  Ayrılmayı, beceremiyoruz, seni vururum! Yavrum çocuğum evladım koy demedim mi ben sana o silahı beline! Hem bi dakka ya, nereden buluyorsunuz lan böyle peynir ekmek gibi silah bulmayı hemen? Hiç mi sağınızda solunuzda adam yok(iyi adam olarak düzeltelim) “Gel vazgeç, boşver.” desin en basitinden.

  Mezuniyet balolarını, doğru bildiniz beceremiyoruz, becermeyelim de zaten, sırıtıyor. Karşıyım mezuniyet balolarına, daha doğrusu mezuniyet balolarına değil, dışarıdan getirilip adettenmiş gibi yapılan ritüellere karşıyım. Tamam kepini at ama anaokulundan mezun olan çocuğun kepli fotoğrafı nedir lan gardaş? Sence de b*okunu çıkar mıyor muyuz biraz? Söylemeden edemiycem, tek taşa da karşıyım. Tek taş yüzük, cepten çıkartılır, evlenme teklif edilir... Canım o swarovski mi yoksa gerçek pırlanta mı? Baksana anlarsın sen! Bak bak, hadi anla! Anlarsın, çok anlarsın! Hmmm bu E, markiz kesim.(Bunları o göze takılan şeyi takmadan bilemezsin, olsa olsa atarsın, tutarsın.)

  Partilemeyi beceremiyoruz, bunu açmıycam daha fazla beceremiyoruz hepsi bu!

 Ulan biz üniversiteleri de beceremiyoruz, bir çok üniversite lisenin devamı gibi, adam mezun olur olmaz yüksek yapıyor, okumadan duramıyor! Bi dur ama di mi, bi piyasayı tanı, eksikleri gör, de ki ben şu alana yönelicem, yok, o, babacım anaokulundan mezun olurken takmışlar kepi, o taka taka gidecek, bi mezun olcak 35, e ne oldu? Gitti! Bitti!

 Hoşgörü, doğu yönüne  doğru 100 mil gittikten sonra, kuzeye 50 mil gidin orada konaklamak için bir motel göreceksiniz işte, anladın? Anlamadın. Amerikan filmlerindeki yön tarifini canlandırdım burada. Yok yani bizde hoşgörü, kalmadı güzel kardeşim kalmadı, sonunu dün akşamki milli maçtan hemen önce AnKARA’daki kaybettikleriMİZ( dikkat ettin, aferin, -MİZ’i büyük yazdım, demek onlardanım, helal sana, süpersin, kafanın içinde zehir var; zehir gibi çalışıyor, fakat emisyon değerlerin yüksek, anasını s*ikiyorsun ülkenin! ) için durulan saygı duruşunda  dibini sıyırdık.

  Futbol takımı tutmak, come ooone man! Hell no! Daha iki takımın taraftarları yanyana maç izleyemiyoruz, sene 2015 abi!

 Toplu taşım işini toplu halde beceremiyoruz, beceriyor muyuz? Canım sen akşam bi gelsene Zincirlikuyu’ya bişey göstericem sana. Uygulamalı!

 Siyaseti, onu zaten beceremiyoruz, geç! Hatta bırah bırah bırah!

 Övünmeyi, birazcık olsun beceremiyoruz, tamam bir Anglosakson değiliz(Google, Anglosakson enter) kendimizi öve öve bitiremeyelim ama bari biraz olsun becerebilelim be abi? Kendimizi tanımamız için fırsat olur, belki de o övdüğün kişi değilsindir hı? Türk’ler misafirferver insanlardır, çelik kapılarına 30’lu kilit sistemi yaparlar, okul duvarlarını cezaevine çeviririr dikenli teller ile çevirirler... Çok övünüyoruz çok!


 Daha çok beceremediğimiz şeyler var da, siz üşenirsiniz okumaya, ben üşenmem yazmaya. 

Abi Ar-Ge yok Türkiye'de ya!


12 Ekim 2015 Pazartesi

Baba Ben Şimdi

Ben şimdi bir oğul büyütücem baba;
Nasıl büyütücem?
Doğrulara yanlışlara göre mi büyütücem?
İyiye kötüye göre mi büyütücem?
Güçlüye zayıfa göre mi büyütücem?
Sevgiye nefrete göre mi büyütücem?
Savaşa barışa göre mi büyütücem?
Sağa sola göre mi büyütücem baba?
Baba ben şimdi bir oğul büyütücem ama ölmeyecek! Nasıl büyütücem baba?

Baba ben şimdi ne yapıcam?

6 Ekim 2015 Salı

Beyler! Fazla Akbili Olan Var Mı?

    Yazının başlığından da anlayacağınız üzere bu bir dram hikayesidir.

   Koca koca plazalarda çalışıyoruz(Hadi plaza olmasın han olsun, ama asansörü olan bir han olsun çünkü bu yazımda asansör insanları üzerine hicivler gerçekleştireceğim sağlı sollu) toplu taşıma ile gidip geliyoruz işlerimize, onca yol, onca telaş, onca itiş kakış, onca surat yormuyor da insanı plazaların asansörlerindeki birbirine "Merhaba(H si büyük, daha samim gelir)" dahi demeyen insanlar yoruyor, hem de fazlası ile yoruyor. Senin şekerli parfümün de midemi bulandırıyor tatlı kız, az sık şunu! Konu sen değilsin çekil kenara, belli ki taksi ile gelmişsin yine şıkır şıkırsın ama dedim ya konu sen değilsin bulaşmıycam sana bugün; ben bugün birbirine merhaba dahi demeyen baltalar ile uğraşıcam. N'olur ya, N'olur yani bir güler yüz, bir merhaba(Bazen merhabana geri dönüşü Aleyküm Selam olarak alıyorsun, o da ayrı bir çaba, dini yayacak pezemeng! Asansörde!) , bir afedersiniz, bir iyi günler, ne olur? Çok mu şey kaybedersiniz! Elbet bir gün bir yerde işiniz düşer, görürüm o zaman ben sizi... Hikaye başlıyor. Çayınızı, kahvenizi neyim bi tazeleyin gelin bak ne anlatıcam.

  Plaza asansörleri, kasvetin başkenti. Daracık alanda kimse ile göz göze gelmeme uğraşları, kimi yere bakar(Süpürgelik yapılabilir buralara), kimi tavana(Buraya kartonpiyer yapılsa fena olmaz hea?), kimi köşelere(Şöyle kıvrımlı bir kartonpiyer de burayı fena göstermez), kimi ışıklara(Söyleyim de patlak olan var değiştirsinler tüm dikkatimi dağıtıyor) kimi düğmelere(Ulan gideceğin kata bastın işte daha neyi gözlüyorsun pezemeng!) herkes ama herkes aman şunlarla göz göze gelmiyim düşüncesi ile bir nokta bulur ve ineceği kat gelene kadar oraya kilitlenir, artık o o değildir, o asansördür artık. Ulan az önce aynı otobüsteydik? Beraber indik aynı kapıdan, oflaya puflaya sallana sallana geçtik plaza turnikesinden, beraber bekledik asansörü, ben bastım gelsin diye düğmeye, otobüste de inmek için ben basmıştım düğmeye, şimdi ne oldu? Ne bu afra tafra? Bişey oldu sana asansöre binince, it herif! 

  Akşam oldu, eve dönüyoruz, otobüs durağındayız, it herif ve ben 3'er 5'er dakika aralıklar ile duraktayız, otobüsümüz geliyor, dı-rıım, akbili dokundurup geçiyorum, da-ra-ram! Yetersiz bakiye! İt herif yetersiz bakiye çıkıyor. Hadi şimdi gel benimle gözgöze ve "Fazla akbili olan var mı?" de, "FOZLO OKBOLO OLON VORMO?"mıymış, "Canım ben aylık kullanıyorum ya, öğrenci." sana elbet bir gün bir yerde işin düşer demiştim. Gördüm seni.

  Son olarak Allah hepimizi 0'dan binip 1. katta inen kasvetliden korusun. Bugün de hava baya kasvetli. 

Beni okudunuz. Teşekkürler.

Şimdi de  Radiohead'den Lucky diyelim
https://www.youtube.com/watch?v=tejkhFyjoGE


5 Ekim 2015 Pazartesi

Gol oldu. Goooooolllll!!!

   Fatih Terim’in o güzide sözü ile başlamak istiyorum bugün It’s the football That’s the football.

  “Beyler atan getirir!”. Dünyanın en sevdiğim futbol kuralı. Sırf bu kural için “Aman abi ben pas vereyim de benden çıksın, şimdi tarlaya aşşağı top gider zaten yorulmuşum bir de onun için koşturmayayım” felsefesi ile (Filozofluğum çocukluğumdan gelir ) futbol oynardım. Öyle ki sıkılırdım tarlada koşmaktan mahalle arasında bir evin iki pencere arasını kale yapar, sol ayak frikik çalışırdık bu bizim Mesut ile. Ama bu yazımda Mesut’u övmiycem, bu yazımda futbolu, golü ve onun aşkını övücem.
“Futbol güzel bir olgu” der babam, tamam “olgu” demez onun yerine “şey” der ama bence olgu demek istiyordur. Hayatta her şeyi futbol ile anlatabilir, böyle bir yeteneği var. Canın mı sıkkın? Nasılsın? Topu ayağının altından ıskalayan kaleci gibiyim, mesela(Volkan, Volkan, ne yaptın Volkan, Volkan ne yaptın? Volkan ne yaptın? Ah Volkan Ah, zeminin azizliğine uğruyor, üç oldu) . Keyifli misin? Nasılsın? 90+’da gelen galibiyet golü gibiyim(Dönen top Fernandes, tek top Niang, Olcay’dan destek var, Niang, Olcay, Olcay karşı karşıya ve gooooo!!!l  Olcay Şahan, Beşiktaş 3 – 2 öne geçiyor 90+3. Dakika) Nötr müsün? Nasılsın? Taç kullanıyorum(Sabri, taç kullanıyor). Sinirli misin? Nasılsın? Penaltısı verilmeyen Burak Yılmaz gibiyim. Hırçın mısın? Nasılsın? Yılmaz Vural gibiyim...gibi gibi gibi bunlar çoğaltılır. Hayatın her alanına monte edebilirsiniz bu futbol betimlemelerini. Misal gelin bugün Pazartesi’ni ele alalım. Nasılsınız? Sabri Sarıoğlu’nun ortaları gibiyim. Hadi şimdi sıra sizde.


“Gol oldu. Goooooolllllll!” Bak bak şu harflerin yan yana gelişine, nizamına bi bak! “Müjde timörünüz iyi huylu çıktı.”dan sonra gelen dünyanın en güzel cümlesidir. Dünyanın neresinde olursanız olun aynı sevinç, aynı coşku, aynı heyecan(tabi golü atan takım senin takımın ise) tersi de aynı şekilde, yani gol yediğinde, ayrı uçta berbat, b*oktan, leş bir şeydir ama ben bu yazımda daha çok kendi attığımız golleri ele almak istiyorum. Çünkü ötekisi öak, kaka, cıs, yenmez! Gerek tutulan profesyonel futbol  takımı olsun, gerek mahalle arasında oynanan olsun, gerek Afrika’da çıplak ayakları ile toprakta oynanıyor olsun,  gerekse bir oyun konsolunda seçilen takım olsun, ve gerekseeeee yenilmesini istediğiniz tuttuğunuz takım olsun(Bu tanım tamamen bana aittir, nedir bu tanım? İzin verin size kendimden bahsedeyim, övünmek gibi olmasın Galatasaray’lıyım, biz Galatasaray’lılar iki takım tutarız, biri yenmesini istediğimiz tuttuğumuz takım, yani Galatasaray, bir diğeri yenilmesini istediğimiz, yenilmese de berabere bari kalsa dediğimiz tuttuğumuz takım, yani Fenerbahçe. – Kısa bir diyalog “Alo baba Galatasaray yeniyor, harika, Fener ne yaptı bu hafta? Eskişehir’le oynayacak, Eskişehir’den b*ok puan çıkartır, nihahaha” diyalog bitti. Tahmin ediyorum Fenerbahçe için de aynı şeyler geçerlidir. Yani onlar da iki takım tutuyordur. Özetle, doğada her şey bir zıttı ile var, Fenerbahçe Galatasaray ile, Galatasaray Fenerbahçe ile var. Bu da böyle bir tanımımdır) nasıl ve hangi şekilde oluyorsa olsun gol goldür ve içinde derin okyanusları barındırır. Bir de “Beyler doğru gol değil boru!” vardır ki, buna başka bir yazımda değineceğim. Unutmadan, evet bu hafta top Podolski'nin eline çarptı. Şimdi de dünyanın en güzel golüne bir bakalım...

Beni okudunuz teşekkürler.

UEFA Champions League official theme song enter

https://www.youtube.com/watch?v=0Qqd6T_A9LY


1 Ekim 2015 Perşembe

Börekçiler Böreği

  Güne bir börekçide başlayacaksın, tezgahında yarısı tükenmiş Su Böreği, peynirli, kıymalı, patatesli Kol Börekleri, üstüste yığılmış iki koca Kürt Böreği ve etraflarına poğaça tanecikleri serpiştirilmiş olan bir börekçide, yarı uyuklamalı "Bi porsiyon Kürt Böreği!" diyebileceksin mesela, şekerli olacak evet, kenarları olmazsa mutluluktan çıldırır seni öpebilirim bile, şekeri bol olsun lütfen, her çatalda biraz daha uyanacaksın, sen olacaksın, mutlu kalacaksın, az daha pudra şekeri?. Abi mümkünse pudra şekerini masaya alabilir miyim, kalsın o burda, canım benim. Çayı şekersiz içeceksin ama böreği pudralayıp pudralayıp yiyeceksin. He çay demişken onu da ince bellide değil, fincanda da değil, su bardağında içeceksin ve son yudumu böreğin sonuna ayırıp birlikte indirdikten sonra mideye bardağın dibini masaya vuracaksın sertçe ve "Hesap!" diye bağırac.., dur lan o sahne burda değildi, kasaya gidip "Nedir günahımız aaaabi?" diyeceksin ve güne öyle devam edeceksin. Güne bir börekçide başlayacaksın, pastanede değil!

  Neden bunları yazıyorum, yazın bir anda bitmesi, sonbaharın ise metrobüste boş koltuk görmüş gibi koşarak gelmesinden kaynaklı bedemizde olacak olan ufak değişimleri, özütü ile mevsim geçişine ayak uydurabilmek için bunları yazıyorum. Soğukların gelmesi ile bedenimiz üşümemek için yağlanmak isteyecektir, peki bu yağlanmayı en güzel şekilde nasıl sağlarız? Tabi ki börekle! Bu sayede hem bedenimize ihtiyacı olan karbonhidratı sağlamış olucaz, hemde güne börekle başlamış olacağız. Kesmezse peşine bir de poğaça gömeceksin. Allahım düşüncesi bile süper! 

Bunun için bir de şiirim var sizler için, Nazım'ın Masallar Masalı adlı şiirinden uyarlama.
Tadını çıkarın, böreğin ve bir de şiirin. Böreğin de şiiri mi olurmuş demeyin! Yazdım oldu!

Börekçiler Böreği

Börekçide oturmuşuz,
Liselilerle ben.
Börekle yüzümüz gülüyor
Liselilerle benim
Böreğin sıcaklığı vuruyor bize,
Liselilerle bana

Börekçide oturmuşuz,
Liselilerle ben, bir de börek
Börekle yüzümüz gülüyor
Liselilerle benim, bir de böreğin
Böreğin sıcaklığı vuruyor bize,
Liselilerle bana, bir de böreğe

Börekçide oturmuşuz,
Liseliler, ben, börek ve bir de çay
Börekle yüzümüz gülüyor
Liselilerin, benim, böreğin ve bir de çayın
Böreğin sıcaklığı vuruyor bize,
Liselilere, bana, böreğe ve bir de çaya

Börekçide oturmuşuz,
Liseliler, ben, börek, çay ve bir de hesap
Hesapla yüzümüz asılıyor
Liselilerin, benim, böreğin, çayın ve bir de hesabın
Böreğin sıcaklığı da kalmadı
Liselilere, bana, böreğe, çaya ve bir de hesaba

Börekçide oturmuşuz
Önce hesap gidecek,
Kaybolacak POS’da sureti
Sonra ben gideceğim,
Kalmayacak cepte beş kuruş
Sonra börek gidecek
Kalmayacak tabakta bir gıdım
Sonra çay gidecek
Kalmayacak bardakta bir damla
Sonra liseliler tuvalete gidecek
Kalmayacak gözyaşı gözlerde
Börekçi kalacak
Sonra akşam olacak o da kapanacak

Börekçide oturmuşuz
Börek sıcak
Çay demli
Ben börek gömüyorum
Liseliler ağlıyor
Hesap çok kabarık
Çok şükür yaşıyoruz.

Son olarak güne börekçide başlayacaksın, pastanede değil, cafede de değil!