29 Eylül 2015 Salı

Metrobüste Ölmek(Ölümlerin En B*oktanı)

  Dikkat: Bu yazı karamsarlık içerir, ne kadar karamsar olduğumu bilirsiniz. Ama korkmayın bu yazıda kimse ölmüyor.

  Metrobüs ile köprüden karşıdan karşıya geçerken hep hayal ederim, köprü yıkılsa, metrobüs ile birlikte boşlukta boğazın azgın sularına doğru yolculuğa çıksak ne yaparım diye(Heee-eh hayal gibi hayal yemin ediyorum! Ülke ülke değil ki kurdurduğu hayallere bak! Elalem paraşütle atlama, bungee jumping, uçma hayalleri kurar bizim kurduğumuz hayallere bak!). Yüzlerce insan, o hengamede kim ne yapar neler olur biraz kurgularım kafamda. O at gibi kulaklıkları ile kenarda cool cool müzik dinleyen, askerliğini tecil etmek için master yapan genç acaba ne dinliyordur ve köprünün yıkılma anında ne yapacaktır? Cam kenarında güneş gözlükleri ile yayıla yayıla oturan CHP kadın kolları üyesi saçlı Nurcan teyzenin çığlıkları, kalabalık arasında off’layıp puff’layan evlenme çağına gelmiş genç kızımız Selin daha fazla ne kadar offlayacaktır acaba? Arka 8’li koltuğun orda(4’ü bir yanda karşılıklı, koridor, sonra yine 4’lü karşılıklı, körükten sonra az ilerde sağda solda, kime sorsan gösterir.) koridorda iki direği birden tutmuş oturmak için olasılıkları artıran, yer kapmaya çalışan tahta göğüslü semtimiz abisi Rıza abi ne yapacaktır? “Ulan ölürken bari oturaydım ya!” mı diyecek? Kapının oradan bir türlü çekilmeyen, kapı ile birlikte açılan kapanan inenlere yer verdiğini sanan ergen Berkcan, ya o ne yapacaktır ömrünün baharında! Hadi hepsini geçiyorum, Arka 3’lü L koltukların tam L kıvrımında iki büklüm oturan, orada olması asla istenmeyen emekçi Yaşar usta? Ya o ne yapacaktı asıl? Bütün gün çalışmış, yorulmuş, düşmüş, kalkmış, dinlenmek için oraya oturmayı göze almış, metrobüs boşlukta düşerken acaba “Yeter artık daha fazla direnmiycem hayata, bir canım var onu da veriyorum artık!” mı diyecek vazgeçerek? Şoför ne yapacaktır şoför! Son bir kıyak ile klimaları kökleyecek midir oksijen maskesi niyetine? Niyet önemlidir! Bari ölmeden önce bize bi gün yüzü göster be şoför! Yaşat bizi!

  Ben ne yapacağım lan! Valizlerin istiflenmesi için tasarlanmış mühendislik harikası yerde, ancak insan çokluğundan valizler için asla rezerve edilmeyen o teker üstünde dizlerine böğrüne çekmiş ben ne yapacaktım! Planım basitti. Ben kurtulacaktım, burada bu metrobüste ölmeye hiç niyetim yoktu! Hemde hiç! Burada kalırsam birisinin apış arasında boğulabilirdim! Koltuk altında sıkışık vaziyette kalarak suda boğulmadan daha ter kokusundan ölebilirdim! (Otopside: Adam suda boğulmadan hemen önce ter kokusundan gitmiş amirim.) Ben yaşayacaktım! Hemen kafamın üzerinde İmdat Çekici var, onu kaparak hemen bir cam kıracak, camdan fırlayabildiğim kadar ileriye fırlayacak metrobüs ile alakamı kesecektim, havada çivi pozisyonuna gelecek, çarpmanın etkisini minimuma indirecek, ayaklarım kırılsa bile gerek kulaç atarak gerek kurbağalama kıyıya çıkacak(Dilerim Avrupa tarafında Beşiktaş taraflarına filan çıkarım, şimdi Üsküdar’dan çıkıp bir daha karşıya geçmeye hiç gerek yok) sonra daaaa... "Bir sonraki durak Zincirlikuyu!" Heeeh kart sesli kadın konuştu, neyse arkadaşlar aktarma merkezine geldik, buradan sonrası havasız insan aracı. Hakkınızı helal edin. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.

  
Beni okudunuz. Teşekkürler

Şimdi de Bob Marley’den Three Little Bird diyelim.

https://www.youtube.com/watch?v=PGYAAsHT4QE

28 Eylül 2015 Pazartesi

2015 - 2016 Eğitim Öğretim Yılı

  Tatil bitti. Her güzel şey gibi bitti. Her güzel sonlu şey gibi... Şeyler sonlu oldukları için güzeldir.

  Daha bir asık bir surat ile uyandım bu sabah; daha asık bir surat ile yüzümü yıkadım, kuruladım ve hala asık olan suratım ile hazırlanıyordum ki odasından bir ağlama sesi geldi, uyanıyordu. Hızla odasına koştum...Uyanmıştı; beni gördü, gülümsedi, daha da gülümsedi, gülümsedim. Ama gitmem gerekiyordu... Canım oğlum. Akşam görüşürüz.

  Kapıyı kapattım, asıktı suratım yine, işte asansördeyim, aynada göz göze gelmemeye çalışıyordum kendim ile çünkü neden, asıktım! Nereye kadar sürecekti bu asıklık böyle?

  Duraktaydım...Duraktakiler de asıktı(mmmmh suratsızlar), otobüsümüz geldi, asık asık yerimizi aldık. Her sabah aynı insanlar ile aynı saatte aynı otobüse binince sanki gizli bir anlaşma imzalamışız gibi herkesin bir yeri oluyor. Yerimi aldım oturdum. Cam kenarı... Kafamı cama yaslayıp bir yandan bugün ne yazacağımı düşünüyor, bir diğer yandan tatilde biriken işlerin gözümde bir dağ gibi büyümesini düşünerek mal mal dışarıyı seyrediyordum. Aksine kulaklığı  da evde unutmuş muydum! Yok, ben giyeceklerini akşamdan hazırlayan, çantasını ona göre dolduran tiplerden değildim. Tipler dedim yanlış anlaşılmasın, bu da iyi bişey tabi ama ben öyle olamadım bir türlü. Neyse, he ne diyordum, asık surat, Tanrı aşkına gülümsemek için ufacık bir sebep de mi olmayacaktı bugün!?!

  Yazacak bir şeyler bulmalıydım, en azından taslağını oluşturup, şirkette bir öğlen yemeği arasında bu taslağı yazıya dökmeliydim uzun uzun. Yazmak iyi geliyordu ve illaki yazacak bir şeyler çıkacaktı. Trafik kiltlendi. Harika! Bir bu eksikti, işe de mi geç kalacaktım yoksa? Yazacak bişey bulmalıydım! Bir okul servisi belirdi trafikte hemen yanıbaşımda. Önce burnunu gördüm aracın, mal mal bakıyordum, sonra şoförünü, emekli amca belli ki, cool, ben mal, sonra içindeki görevli yetişkin bir kadın, alman gülle takımında olsa gerek kolu 500cm vardı(Bicepslerden bahsediyor burda yazar, kadın fit olabilir hemen linç etmeyin) tabi kolu görünce bendeki mallık üzeri şaşkınlık bir hal aldı, araç devam ediyordu ki işte küçük bir esmer karası kız çocuğu, en arka koltukta, bön bön bakan bana aniden dil çıkarttı sırıtarak ve trafikte hafifçe ilerledi, beni, bizi geçti. Ben “Ne oluyor lan? Ne olacak şimdi, deli gibi gülecek miyim, yoksa kızmalı mıyım?” diye düşünürken bir diğer yandan da “Du şuna gününü göstereyim, dil nasıl çıkartılıyormuş görsün! Ama peki ya otobüstekiler? Lan adama bak kaç yaşında çocukla çocuk oluyor!...” gibi iç monologlara gark olmuştum. İşte yine yanyanaydık. Dayanamadım bir dil de ben çıkardım. Gülümsedi, biz gittik bu kez. Onlar geldi, yine dil çıkardı(lar) (-Lar diyorum çünkü anında örgütlemişti küçük esmer karası servistekileri), gülümsedim, onlar gitti. Biz geldik, ben dil çıkardım(Otobüstekileri örgütlediğimi düşünsenize bi an, suratsızlar! Ya bunların neyini örgütleyeceksin ki, bırakıcaksın bunları suratları asık asık dolansınar, ben yolumu bulmuştum, gülüyordum işte...), onlar gitti. Güle güle gittiler. Güle güle gittim. İyi dersler olsun, allah zihin açıklığı versin. 2015 - 2016 eğitim öğretim yılı tüm öğrencilere hayırlı uğurlu olsun, adam olsun akıllı olsunlar! İşte olmuştu, hem bana gülümsemek için ufak ama koca bir sebep, hem de yazmak için güzel bir bahanem, olmuştu.    


Beni okudunuz. Teşekkürler.


Şimdi de Hakan Yeşilyurt’tan Aşk Kazanır diyelim.
https://www.youtube.com/watch?v=df7Z548CJD0

23 Eylül 2015 Çarşamba

Mesut Da Gitti

Mesut da gitti

Sessiz sedasız gitti.

Havaalanında check-in yapmadan gitti

Banyo yapıp, yepisyeni bayramlıklarını giyerek gitti

"23:05 Bursa var mı! 23:10 Karabük var mı! 23:20 Bayburt var mı! 23:30 Yozgat!" muavin bağrış çağrışları içinde otogar kargaşasında gitti

Otobüs üst bölmesine belki sığar düşüncesi ile yanına almış olduğu sırt çantası ile gitti, sığdıramadı yine gitti

25 numaralı koltuğunun yaşlı bir emmiye de satıldığını, emminin ısrarla orasının kendi yeri olduğunu, ancak Dudullu'ya gelindiğinde biletinin 23'üne kesilen bilet olduğu, buna rağmen 22'sinde kullanmak isteyişi ve ısrarla konuyu anlamak istemeyişi içerisinde tehditkar şekilde otobüs firmasına “Sizi sürüm sürüm süründüreceğim! Göreceksiniz!” naraları içerisinde gitti, gergin gitti ama gitti.

Kolonya bile tutmuyordu artık muavinler, dinlemedi gitti.

Ve tatil başlasın demeden gitti.

“Bekle beni İzmiiiiiiiir!” “İzmir yolcusu kalmasın!” demeden gitti.

Bir oğlu vardı; Çağın’ı, o bekliyordu ona gitti, Arzu’su vardı ona gitti, güle güle gitti, aşk ile gitti.

İyi de Mesut kim bilader mi? Yahu yok mu hani benim insanları çay içilebilecekler ve içilemeyecekler olarak ikiye ayırdığım, bir demlik içerim dediğim çocuk. Mesut ya nasıl bilmezsin; benim nikah şahidimdi hani! Gitti!

Ney? Nasıl? Eee bundan bizene mi? Ne demek bizene! Bugün bir nikah şahidi ne demek biliyor musun sen! Çocukluk arkadaşıdır nikah şahidi, aşkıdır değil arkadaşı; ebene sövdürmeyi seviyor musun! Birlikte saatlerce meybuz kazıdığındır nikah şahidi. Taştan kalelerin kurulduğu bir futbol maçında karşı takımlarda olmayı asla istemediğindir nikah şahidi...bu kısımda yazar nikah şahiti güzellemesi yapıyor...atari ile başlayıp(atari poşette, ev ev gezerdik, turnuvalar düzenlerdik falön), SEGA ile devam edip, oradan Playstation1-2-3, Xbox'lara kadar devam eden ezeli rakip ebedi dosttur nikah şahidi - Ulan acaba Nikah Şahidi mi yapsaydım yazının başlığını? – Yol arkadaşıdır nikah şahidi, uzuuun uzun yolculuklarda hiç susmadığın, konuşacak, gülecek bir şeyler bulduğundur nikah şahidi. Nice yaşlara, yollara, bayramlara...Burada bitiriyorum.

He bu arada haber gelmiş, Cemil(ler) de gidiyormuş, onlar da gitsinler, herkesler gitsin ama sonra geri dönün ha! Ben Amerika’lardan sizler için döndüm (dostlarım)


Beni okudunuz. Teşekkürler. Herkese iyi bayramlar.

Şimdi de System Of A Down'dan Lonely Day diyelim
https://www.youtube.com/watch?v=DnGdoEa1tPg

22 Eylül 2015 Salı

Sossal Medya Kullanımı

   Şimdi o gıdıklı selfie’lerinizi buradan alın ve defolun gidin!(Hocam bi durun ya bi durun yaa dakka bir gol bir sert sert girmeler filan!)

    Hardal’ı uzatır mısın canım ordan, teşekkürler, like.

  Yıllarını sosyal medyaya vermiş, ülkemizdeki sosyal medyanın gelişiminde katkılarını esirgememiş biri olarak bu konuda konuşmayı kendime hak görüyorum. Benim neyim eksik! Tüm bunlardan önce belirtmek isterim ki – olum çok resmi gitmiyor musun lan?!? Biraz sokak ağzına kay, ne bileyim şimdi eş dost nutuk atıyor, ders veriyor, açtı ağzını yumdu gözünü sanacak- evet az önce duyduklarınız benim iç sesimdi, onun da söyleyecekleri varmış demek ki  -ha şöyle!- kibirli de pezemeng, pek fazla dallandırmadan budaklandırmadan söylemek isterim ki her şeyi paylaşma, sen bizi her şeyi paylaşıyor sanıyorsun ama biz her şeyi paylaşmıyoruz, sana öyle geliyor olabilir ama az önce de belirttiğim gibi paylaşma! Senin iyiliğin adına konuşuyorum, paylaşma! Bir bildiğim var ki paylaşma. Ben biliyorum seni sen okulda hoca “Sorusu olan var mı?” dediğinde gıkını çıkarmayan çocuktun, paylaşma.  Hemen akabinde bana dönüp “Sen anladın mı lan!” diyen de sendin, paylaşma. He illa ben bunu paylaşıcam diyorsan işte o zaman paylaş, ama bunu da paylaşmam gerek, şunu da paylaşayım, öteki de gelsin, berikini de iliştireyim yanına bi sinerji olsun dersen biz bunun altından kalkamayız, halkı sosyal medyadan soğutur, elini ayağını çektirirsin böyle olmaz. Anlaştık? Bu genel olarak toplumun kanayan yarasıdır.

   İlkeli olalım, nedir ilkeli olmak, seçiciliği esas alalım, her şeyi beğenmeyelim, bakın seçicilik derken akraba kıyağından bahsetmiyorum, ben çok tanıyorum öyle akraba “like”larını, ayıp olur “like”lamazsamlar, olum hala kızı lan valla olmaz, ya bu benim dayımın amcasının şeysi valla ayıp olur bak, falön buranın meşgalesi değildir. BBQ sosu alabilir miyim? Teşekkür ederim, like.  Seçicilik, yani biraz mukayese, biraz doğru bilginin peşinde olmak, zaten bir şeyi iki üç farklı arama motorunda(Google var, Yandex var, eee üçüncü? Lan üçüncü yok! Şef! Üçüncü yok, üçüncüyü çalmışlar! Korkma korkma üçüncü de Yahoo Search hemen de şiyapıyorsunuz ya hayvan gibi!) arattınmıydı doğru bilgiye ulaşıyorsun. Var mı soru? Yok güzel, geçelim ballı hardala, çok incesiniz, like.

  Tutarlı olalım, nedir tutarlı olmak, birbirine zıt iki şeyi hadi beğenebilirsin, nasıl beğeniyorsan artık orası ayrı bir hikaye, ama paylaşamazsın! Ben buna izin vermem! İki zıt şeyi aynı anda profilinde paylaşıp taymlaynıma düşüremezsin! He diyebilirsin ki her şey doğada bir zıttı ile var o zaman ben de sana derim ki sen bunu ya çok yanlış anlamışsın güzel kardeşim yeaa, hem de feci halde yanlış anlamışsın, heci geci wokke gibi anlamışsın, ya da bizimle gönül eğlendiriyorsun!

Her şeye “keyfi” yazmayın, hede höde keyfi, muz keyfi, armut keyfi, kahve keyfi, çay keyfi, allahım kusucam!

  Bu üç şeye dikkat edelim, ben bunu 30 maddede de yazarım ama işte okuyucu şişiyor, bu sebeple bu üçüne özellikle dikkat edelim gerisi çorap söküğü gibi gelir.

 He bir de sarma, gül böreği,  baklava, kavurma fotoğrafları koymazsanız daha fazla memnun oluruz. Hasta dedenizi de koymayın, ölüm döşeğindeki(allah gecinden versin) ninenizi de koymayın, oksijen tüpüne bağlı dayınız bizi zerre ilgilendir miyor, serum takılı kollarınızı(Ooo sona doğru açıldım iyice) yavaşça aşağı indirir ve serumu çıkartır mısınız belli ki bi b*okunuz yok! Acı sosu uzatsana kanka, teşekkürler, like.

Gidiyorum ben, vereceğim kadar öğüt verdim, verebileceğimden fazlasını verdim. Mühim bişeymiş gibi konuştum.

Bilmem kim gelmiş hoş gelmiş, ya iyi tamam ya gelsin ya gelsin hoş gelsin, ne getirmiş?


Beni okudunuz, teşekkürler, like.

Şimdi de Lana Del Rey - Summertime Sadness diyelim
https://www.youtube.com/watch?v=nVjsGKrE6E8

18 Eylül 2015 Cuma

Kaç Para Lan Bir Yazlık!

  Yaza veda ettiğimiz, etmek üzere olduğumuz, mont beni beni dediğimiz diyeceğimiz şu günlerde sizler ile yazlık travmamı paylaşmak isterim.  

  Okulu oldum olası hep sevdim, okumayı sevdim, okudum, okuttum da(serde öğretmenlik de var tabi, atanamasak da, tamam lan tamam ağlamıyoruz atayın bizi diye ama yazıklaaaar olsun böyle sisteme birinci öğretimlerin atanamadığı bölümlerin ikinci öğretimleri var, bu ne demek biliyor musunuz? S*ktir edin dalganıza bakın demek. Uzatmıyorum! ) bir gün olsun şu gün de okula gitmeyeyim, üniversite için, kahveye gideyim batak oynayayım demedim elhamdülillah veya “Sen benim yerime imza at kanka; ben 3. Derse doğru gelicem” demedim,  lise için, dışardaki cafelerde oturup aval aval bakınmadım, ortaokul için kantinde oturup da derse girmemezlik yapmadım. En çılgınca yaptığım şey ilkokulda tenefüste tuvalette bekleyerek, hocadan 3-4 dk en fazla 5dk sonra sınıfa girmektir, pardon hocam. Ben okumak için, ailem okutmak için her şeyi yaptı sağolsunlar(Oscar törenlerinde gibi hissettim lan “First of all i would  like to thank my mother and father, hi dad”) fakat okul, okul hayatı çetrefilliydi.

   Eksikler hiç bitmezdi, yakamı da bırakmazdı. (Yazının bu kısmından sonra yazar daha çok ortaokul dönemini gözler önüne serecektir.) Kaleminden yazlığına kadar eksiklik doluydu nunakodumunun okulu! (Geliyorum geliyorum az daha durun) bu eksikler ihtiyaçtan dolayı duyulan eksiklikler değildi, mahalle baskısının eksiklikleriydi. Rotring kalem, tikky kalem, faber castell silgi, tombo uç, 2B, pastel boyalar, sulu boyalar, guaj boyalar(İki dağın arasından akan bir ırmak, bir dağ evi, bir güneş, iki bulut çizmek için g*ötümüzü yırttık durduk)...Bunlar çok ekstreme(Niye ingilizce kelime kullanıyorsam, uç şeylerdi beyler bayanlar uç şeylerdi) şeylerdi, şimdi ki gibi Çin malı değildi bunlar ve hali ile ucuz hiç değildi. Servis parandan kasarsın, patates ekmeğinden kasarsın, bir defteri arkalı önlü kullanıp iki defter yerine(ortasını da ayrı bir defter olarak kullanan arkadaşlarım da vardı benim) tek defter kullanır, kasarsın, ve tüm bu eksikleri karşılamaya çalışırsın. Tüm bunlar bir şekilde giderilirdi de yazlık? Yazlık abi yazlık? Lanet olası yazlık? Evdekilere gidip de "Baba ben yazlık istiyorum" diyemezdin ya, adam kendini içkiye verir, "Oğluma bir yazlık alamıycak mıyım ben, kaç para lan bir yazlık!" diye dertlenir dururdu. Geldim geldim silin gözyaşlarınızı! İbrahim Tatlıses filmleri de artık izlemeyin.

  Okul kapanışlarını ve açılışlarını, yeni sezon sonlarını ve başlangıçlarını,  hiç mi hiç sevmezdim. Tiskinirdim, çünkü herkes yazlığa gidecek veya yazlıktan gelmiş oluyordu. Ortaokulum zengin bir muhit olan Bakırköy’de bulunuyordu ve biliyorsunuz Bakırköy zengin ve gösterişli bir semtidir İstanbul’un ve okulda okuyan hemen hemen tüm öğrencilerin yazlıkları vardı. Müjdelerin, Baharların, Ebruların, Aslıların, Mervelerin, Hakanların, Lemilerin, Burakların, hepsinin ama hepsinin yazlıkları vardı. Yasin vardı en iyi arkadaşım, karneleri aldıktan sonra yazın ne yapacaksın dedim “Yazlığa gideriz biz kardeşim” dedi. İşte bu beni bitirmeye fazlası ile yeterdi.  Daha fazla elimde karne ayaküstü sohbet etmeyecektim ve kimse ile de vedalaşmayacaktım. O gün servisler de çalışmıyordu, otobüs durağına doğru yol aldım, acı ile, gam ile, keder ile. Yaz başlar okul biter, nereye nereye nereyeler bitmezdi; yaz biter, okul başlar, nerdeydin, nerdeydin, nerdeydinler bitmezdi. Anusuna kodumunun dünyasında herkesin yazlığı vardı bizim bir evimiz dahi yoktu!

Neyse, blog aracılığı ile cevap vereyim ben yine de; köydeydim güzel arkadaşlarım ben, köyümdeydim, ırmak kenarındaydım ve balık tutardım. Bu.



Beni okudunuz, teşekkür ederim sizi seviyorum.
Şimdi de Rammstein'den Ich Will diyelim
https://youtu.be/EOnSh3QlpbQ

17 Eylül 2015 Perşembe

Ne Kadar Da Entelsiniz?



  Çocukluk çağımın bitiş dönemi ilk gençlik çağlarının başlangıç dönemi, saçlarını ortadan ayıranlara “Entel” denirdi ve ben hayatımın hiç bir döneminde entel olamamıştım. Çünkü saçlarım kıvırcıktı ve ne yaparsanız yapın entel olamıyordunuz, yani ortadan ayıramıyordunuz, en son entel olmaya kalktığımda annemin yoğun bir el kremi vardı (Jöle ve Limon suyu denemedim sanmayın, bana daha yoğun bir şeyler lazımdı entel olabilmem için), yoğun dediysem sanmayın manda yoğurdu kıvamında, kurumaya yakın çamur, biraz önce soğumaya bırakılmış mum eriyiği, bunun gibi bişeydi işte, bu krem ile ilk ve son kez deneyecektim ve nihai sonuca ulaşıp ben de herkes gibi entel olabilecektim! Entellik önemliydi.

  Dayımlar ve arkadaşları, dayımın oğulları ve mahalledekiler; Çilli Kenan, Serseri Kadir, Kokarca Serkan, Kedi Bilal, Sarı Cengiz hepsi ama hepsi enteldi. Sizin anlayacağınız kafama koymuştum entel olmayı  ve kaçarı yoktu bir şekilde olacaktım ve bu krem son çaremdi. O sabah herkes gibi üstümü giyinip, aynanın karşısına geçtim ve bir avuç kremi saçlarıma sıvadım! Oluyordu lan! Şahane! Oldu. Entel oldum, adı her ne ise bilmediğim o krem sayesinde entel olmuştum, taki dışarı adımımı atana kadar. Okula gidiyorduk, ilk gören “entel” arkadaşların tepkileri acımasızdı, bozulmadım, yoluma devam ettim, karşı sokağa geçtim, oradaki enteller de bana bakıp bakıp kendi aralarında fısır fısır konuşuyorlardı. Lan ne vardı! Artık enteldim işte, sizin gibiydim yani!

  Okula yaklaşmıştım, ama bir diğer yandan da heyecanım artıyordu giderek, sınıfa giricem, hoşlandığım kızdan makas alıcam(bak bak özgüvene bak, bak alırsın o makası sen!), millet “Oooo X de entel olmuş” diyecek gibi kafamdan sahneyi kurguluyordum. Okul kapısındayım, işte güvenliği geçiyorummmm... geçemiyorum. Nöbetçi öğretmen “Ne sürdün lan kafana!” (Gönül istiyor ki “Entel oldum hocam ben” diyeyim şirin şirin, ama o dönem pratikte hiç de iyi bir çocuk değildim) kızarıyordum, “Oğlum söylesene ne sürdün kafana!” lan adını bilmiyordum kiiii! Daha çok kızarıyordum, eve doğru koştuğumu hatırlıyorum, entellik benim neyimeydi! Bişey olmuyorsa çok zorlamayacaksın! O gün saçlarımı 3 numaraya vurdum ve kıvırcık saça küstüm! Adı batsın entelliğin, lanet olsun atom fiziğine de profesörlüğüne de! Bundan böyle sizin gibi olmayacaktım, çocukluğumun bitişi, ilk gençlik yıllarımın başlangıcında almıştım bu kararı, iyiki de almışım.

 O senenin sonunda yoğun olarak akrabaların yaşadığı bir semte taşınmıştık, orda da bırakmadı entellik yakamı. Yücel vardı, entel olmak için yaratılmıştı, şahane enteldi, Mesut vardı o da yer yer entel, yer yer subay trajı, alabruzdu(Ronaldo diye bir futbolcu vardı Berezilya’lı, heh işte onunkinden). Cemil pek oralı değildi, cebinde tarakla gezerdi ve düzene inat yana tarardı. Hüseyin’in entelliği 1km öteden anlaşılırdı, koşarken bile bozulmazdı entelliği. Devrim, isminden de anlayacağınız üzere onun bu çerçevede bu hikayede yeri yoktu çünkü isme baksanıza ulan! Devrim! Anladınız onu. Mansur vardı, düzen karşıtıydı, mikerim böyle düzeni deyip şapka takardı, baya şapka taktı Mansur. Murat son enteldi, en son o terketti entelliği. 

Not: Evet bu mahallede kimsenin lakabı yoktu. Ben hariç, Domates.

Ben hiç entel olamadım.


Beni okudunuz, teşekkürler.

Şimdi Erkan Oğur'dan Derdim Çoktur Hangisine Yanayım diyelim
https://www.youtube.com/watch?v=f7j7OBGhOuM

15 Eylül 2015 Salı

Orta Kapı Pişmanlıktır

  Orta Kapı Pişmanlıktır, suça ortak olma, madem oldun o göbeğini bi içeri çek!

  Evet bugünki konumuz orta kapı. Çağın vebası.  Her insanın hayatında en az bir kere “Kaptan orta kapı!” diye bağırdığını biliyor muydunuz? Bilmiyordunuz çünkü bunu uyduruyorum. Tamam bağırmasına gerek yok, ama duyduğunuza eminim.

 Bir orta kapının açılmaması veya oradan inmek isteyenlerin inememesi, binmek isteyenlerin(otobüsteki sismik boşlukları doldurmak üzere) binememesi veya açılması tekrar kapanmaması gibi gibi bir çok trajediye sahne olan orta kapı. Nice kavgalar çıkardın, nice sevenleri birbirinden ayırdın(biri ön kapıdan biner bir diğeri arka kapıdan, sevenlerin sevgili olmalarına gerek yoktur keza iki dost, çocukluk arkadaşı, lise arkadaşı da sevenlerdendir hemen “Adam kızı nasıl ön kapıdan bindirir de kendi orta kapıdan biner, ne biçim adam ulan yuuuh yazıklar olsun!” diye şiyapmayın öyle biliyorum huyunuzdur. Bizim toplumda biri linç edilecekse yedi sülalesine kadar linç edilir bu böyledir ama konumuz bu değildir şimdi orta kapıya geri dönüyorum.) nice kolları sıkıştırdın, nice parmakları kopardın, nice insanları çarptın(Basamakta durmayın otomatik kapı çarpar) nice anlam kargaşalarına, karşılıklı fikir alışverine vesile oldun ama bir türlü uslanmadın be orta kapı.

  Orta kapı maddeselliği ile sadece orta kapı değildir, orta kapının insanları da olur. Onlar orayı çok severler, öyle severler ki inmeleri gereken durakta inmeyip eğlenceyi fantalamak adına bir iki durak sonra inerler, onlar orayı öyle severler ki Dominos pizza servisi başlatsa akşam yemeğini oraya söylerler(Moto kurye durakta bekler, orta kapı açılır, pizzalar içeri uzanır, orta kapı kapanır), onlar orayı öyle severler ki kendilerini orta kapının ruhu sanarlar, içlerinden geçebileceklerini düşünürler inecek/binecek insanların. Daha neler neler ”Gel şöyle orta kapıya doğru geçelim orda muhabbet ederiz”i bile duydu bu kulaklar a dostlar, “Ben burda iyiyim, siz geçin”i de duydum(Siz demiş, sen diyenler de var ki, kavga çıkar, zarif detaylar hayat kurtarır). Sonra neler görmedim ki, çok şey gördüm çok, email okuyanını gördüm, email okuyordu beyle, ulan son haddesin artık, olmaktan korktuğun yerdesin, orta kapıdasın, neyin emailini okuyorsun! Belli ki bu zamana kadar okumuşsun bi b*ok olmamış hala orta kapıdasın, bundan sonra da okumayıver  ne kaybedersin, ne kazanırsın buna bak! Ben şahsen okumuyorum, ofisin kapısını kapattım mı artık kahve adamıyım. Kahve alışkanlığım yok, okeyden ikinci elden sonra sıkılırım ama sanki böyle genlerimde bir yerde bir kahve adamlığı sezmiyor da değilim, kahvehanelerin yanından geçerken imrenerek bakarım içeridekilere. İçinizdeki kahve adamına değer verin, istekleri talepleri cüzidir, çaydır, oralettir, tosttur(Ayvalık tostu isteyenin ağzına fırıncı küreği çarpsın) mutlu kılar sizi mutlu olursunuz; gelin siz bu kulunuzu dinleyin ve yarından tezi yok orta kapıdan uzak durun, mutlu insanlar mutlu şehirler yaratalım.

  Ben daha uzun uzun da yazarım da belki bir kitap okuyorsunuzdur, belki işiniz vardır, belki whatapp kızlar grubunuzda eğlence fantalanmıştır, sizi onlardan alı koymayım.

Beni okudunuz, teşekkürler. Yarın görüşmek üzere.

Şimdi İndigo’dan Savunma Mekanizmam diyelim

https://www.youtube.com/watch?v=CzBVnB8iz2M

14 Eylül 2015 Pazartesi

Ucu Ucuna


  Ucu ucuna yaşıyoruz hayatı, her şey ucu ucuna, kahvaltı ucu ucuna,  otobüs ucu ucuna, metro ucu ucuna, yemek ucu ucuna, tramvay ucu ucuna, vapur ucu ucuna(Hop! Dikkat et düşme!). İyi yazı kendini girişinden belli edermiş, tıpkı iyi bir müzik gibi, buraya kadar her şey güzel. Yazılarım yüksek oranda İstanbul barındırır, bu sebeple geçmişte yazdıklarım ve gelecekte yazacaklarımın hepsinde İstanbul ana teması(Google, İstanbul Ana Teması, Enter, Did you mean Metrobüs? Ulan bir toplu taşım aracı bir kent ile bu kadar mı özdeşleşir!) aranmalıdır.(Bi çay koyup geleyim). Seviyorum bu kenti, seviyorum ulan ne yapayım, bakma öyle yorgun ifademe, seviyorum. İstanbul ile ilgili en büyük hayalim keşke bu kentin içine doğmayıp da, dışarıdan aklı başında bir göz ile gözlemleme şansımın olmasıydı, aklı başında bir geliş planı, aklı başında bir gezi(Bu daha başlangıç müca...Dur lan dur delirme hemen "Gezi" deyince), aklı başında sessiz, sakin bir İstanbul. Ama yazının başından da anlayacağınız üzere biz içine doğanlara her şeyi ucu ucuna yaşama şansı tanıyor bu şehir veeeee, buraya dikkat, birini kaçırdın mı hepsi de kaçıyor; ucu ucuna.


  Diğer taraftan bakınca, temposu yüksek bir boks maçı gibi, full adrenalin, en ufak bir dikkatsizlik Knock-Out!  Seni öldürmeyen şey seni güçlendirir, s*ttir et, tüm bunların da bir amaca hizmet ettiğini unutmamak gerekir, ulan 5dk erken çık lan evden lavuk! Lavuk mu? Canım sağolsun. Oh ağzıma sağlık. Ama allah o geç kalmışlık hissinin de binbir türlü belasını versin değil mi sevgili okuyucu; hı versin mi? “Versin!” dediğinizi duyar gibiyim. Hay şimdi de sizin ağzınıza sağlık!
 
  Peki bunca ucu ucunalık yormuyor mu? Yormaz mı, yorar elbet(Yeşilçam-Anadolu Türkçe’si ağzı ile) yorar yormasına da, dinlenmesini bilene de ucu ucuna dinlenme şansı veriyor bu şehir. Vermiyor mu? Gelin bakalım veriyor mu vermiyor mu.(Bi çay daha koyup geleyim, )

   Otobüsün mü kaçacak, kaçsın, bi sonrakine binersin, bi dur, bi inmek için düğmeye bas, in Kız Kulesi durağında ve bi çay söyle. Sonra yürü Üsküdar’a, bilirim son duraklar orasıdır, bin binmen gereken otobüse. Al sana ucu ucuna bir dinlenme. Vapur  mu kaçacak, kaçsın(son vapur olmasın da)! Cihangir’in merdivenlerde soğuk bir bira patlatması, hemen akabinde sallan aşağıya git nereye gidiyorsan vapurunla. Metrobüs mü kaçacak, atıyorsun, öyle bişey olmaz! Dur Beltur’da bi tost söyle, otur bi dinlen belli ki uzun yoldan geliyorsun, bi soluklan, sonra yine binersin, hem o zamana kadar metrobüs de biraz sakinleşmiş olur, hani olmaz ya, belki olur, biner gidersin rahat rahat.

Şimdi hepinizi bi çay koymaya, bir de içiyorsanız eğer o zıkkımı içmeye davet ediyor sonra da gelip okumaya devam etmenizi istiyorum.

Her şey ucu ucuna, aşk birdenbire oldu. (Bu da size kıyağım olsun, Twitter, Facebook hesaplarınızda yürütürsünüz bunu.)

Şimdi de  Orhan Veli Kanık’ın Birdenbire şiirine göz atalım.

BİRDENBİRE

Her şey birdenbire oldu.
Birdenbire vurdu gün ışığı yere;
Gökyüzü birdenbire oldu;
Mavi birdenbire.
Her şey birdenbire oldu;
Birdenbire tütmeye başladı duman topraktan;
Filiz birdenbire oldu, tomurcuk birdenbire.
Yemiş birdenbire oldu.
Birdenbire,
Birdenbire;
Her şey birdenbire oldu.
Kız birdenbire, oğlan birdenbire;
Yollar, kırlar, kediler, insanlar…
Aşk birdenbire oldu,
Sevinç birdenbire.

11 Eylül 2015 Cuma

Fight Club Türkiye

   Fight Club gibi ülkeyiz yemin ediyorum.(Eveeet böylelikle de ilk siyasi yazımı yazmaya başlıyorum)
İki yanımız var, ağız burun dalma ve hoşgörü. Bu iki yanımız sayesinde senelerce hayatta kaldık. Siyasi söyleyeceklerim bu kadar.(Tabiki bu kadar değil, öyle boş kimseler değiliz diye dünkü yazımda bahsetmiştim.) Şimdi de biraz o gençlik çağları, o deli dolu zamanlarımız diyelim

   Lise son sınıfa kadar sınıfın en uzunu (Allah o Uzun'un ta belasını versin lafı geçmişken değinmeden edemiycem) ve en dombilisiydim, bu genel olarak böyleydi. Tamam bodur dombililer de yok değildi ama onlar şirin çocuklardı be vesselam. Mesele uzun ve dombili olabilmekteydi, yani diğerlerine göre. Eğer uzun ve dombili isen bu her zaman kavgacı grupların dikkatini çeker. Sana imrendikleri gibi el ense de çekmek isterler. Dik dik bakarlar, yürüyüşüne takarlar, saçına, sakalına, bıyığına, takacak bişeyler daima ararlar bu kavgacılar. Akranlarım çoğu kez yanıma gelip "Oğlum X(İsminin anonim kalmasını isteyen yazar) var ya sendeki boy bende olacak var ya anasını s*ikerim okulun!" veya "Sendeki tip(Çok sert bir yüzüm var, çok fazla sert, sıcak suya soksanız yumuşamaz tarzda) bende olacak var ya höt dedin mi adamı oracığa sıçıttırırım!" gibi sözler sarf ederlerdi; ancak gelin görün ki benim hiiiç o taraklarda gözüm yoktu. 
  
  Bir defasında, hiç unutmuyorum, ortaokulda Sezgi diye bir çocuk vardı, tenefüste bahçedeyiz, sahnenin öncesini hatırlamıyorum ama şöyle bir sahne vardı ben Sezgi’nin yakasına sol elim ile yapışmışım(Sezgi’nin boyu benden bi 15-20cm küçüktü) sağ elim havada vurmak üzere yumruk halinde komutu bekliyor.  Bekliyor... Bekliyor... Vuruyum mu vurmuyum mu?...Bekliyor...Oğlum şu gözlere bak lan...Bekliyor...Yazık oğlum lan...Hala Bekliyor...Bak bak nasıl da kocaman oldu gözleri...Patttt! Meraba yıldızlar. Sezgi meğer yumruğunu aşağıda hazırlamış ve hiç düşünmeden benim gözümün üzerine yerleştirdi. Acımasız Sezgi. Gözüm mosmordu artık. O gün kavganın bana göre olmadığını anladım. Evdekilere top oynarken direğe çarptım dedim, “Lan oğlum direği nerden buldun, siz hep tarlada taştan kaleler ve hayali kale direkleri ile top oynar, aşırtma diye bişeyin olmadığı(yan direkler hayali olunca üst direkler de hali ile hayali idi ve çoğu kez goldü değildi, fıstık gibi aşırtmaydı, adam astı kaleciyi be astı gibi ağız dalaşları oluyordu) futbol maçları yaparsınız” demediler, dikkat et dediler, peki dedim. Sonra hep dikkat ettim. Kavga, dövüş, hır, gür “Ne diyorsun lan, sen kime diyorsun lan, bi dakka, bi dur, bişey yapmıycam valla bak, ya bi du”lar bana göre değildi. Vedat diye bi çocuk vardı, derste kopya verirdim ona, o da karşılığında beni korur kollardı. Beni soranlara Vedat’ı gösteriyordum. Vedat ilgileniyordu. Tabi ilişkimiz bir Matematik dersinde Vedat’ın kağıtlarımızı zorla değiştirmesi (Arkamda oturuyordu g*öt, sırtıma bir koydu, üzerine kapanmış olduğum kağıttan “Aaah” diye geriye doğru açılıverdim, o sırada kağıtları değiştirdi bu Vedat, g*öt Vedat!(Nah bulur beni!) ) ve hocanın iki kağıtta da benim el yazımı anlaması üzerine son buldu. 

   Ben okuluma gittim, evime geldim. Fena da bir öğrenci sayılmazdım hani, peki peki inektim tamam. Dersi derste dinliyordum olum! Ulan her ne hikmetse bu boyun posun ekmeğini bir türlü yiyemedik, her yeni sezonda sınıfta en öne oturur daha sonra hocaların da desteği ile(Sağolsunlar) sıranın en arkasına gönderilir, baltalar ile birlikte ders dinlerdim; balta diyorum çünkü arka sırada pek ders dinleyene rastlayamazsınız, orası kavgacıların, goygoycuların yeridir ve ben başta da belirttiğim gibi kavga etmeyi sevmiyordum, goygoya vardım ama kavga NO! Sonra hoşgörüyü seçtim ben, bir daha da o yandan kopmamaya dikkat ettim, hep hoşgörülü oldum. Siz de bir taraf seçin ve o yanınızı(Oooo yazarımız ders vermeyi geçti, ev ödevine başladı) güçlendirin, geliştirin, gelişelim. Anlaştık?


  Çünkü bir toplum, hoşgörüsü kadar güçlü, sağlam, haklıdır. Zulmü kadar zalim, zayıftır. Irkçılık ise en korkunç hastalıktır.

  Sevelim, sevilelim bu dünya kimseye kalmaz. Herkese hayırlı cumalar.

Şimdi Neşet Ertaş’tan Cahildim Dünyanın Rengine Kandım diyelim

https://www.youtube.com/watch?v=6b5VI-OluIU

10 Eylül 2015 Perşembe

E be İnci E be İnci!

  Toplu taşımada telefon ile konuşmayı sevmem, hatta nefret ederim! (Normal konuşmayı da sevmem, ben kapşonu kafama geçirip, kulaklıkları kulağıma takıp, yoluma bakayımcılardanım, işte bir boş koltuk, hemen zıplarım, iki kişi olsan sen otur, yok valla sen oturlar olacak, hiç gelemem, almayım canım ben.) Zaten benimle bir defa toplu taşımada telefon konuşmana veya konuşmasına denk gelsen, telefonu kapattıktan sonra dersin ki "Bişeyi vardı galiba çocuğun, canı sıkkındı" doğru bildin! Bişeyi var, hem de çok bişeyi var, canı da sıkkın, hem de çok sıkkın! Konuşmayı sevmediğim gibi konuşanı da sevmem! Ama dinlerim. Severim yani dinlemeyi, nasıl diyorsunuz "İyi bir dinleyiciyim." mi? Heh işte öyle. Yani siz öyle hiç bir şey yokmuş gibi, neşeli neşeli canımlı cicimli konuşurken ben kulağımdaki kulaklığın sesini kısaaaar ve sizi dinlerim, affetmem( Aile kavgalarını dinlemem ama, prensip meselesi, kulaklığın sesini köklerim. ) ama konuşmayı sevmem! Çok kalabalık abi! Hele ki İstanbul nüfusunun %80'inin toplu taşıma ile gidip geldiğini düşünürsek(Burada oranı tamamen atıyorum fakat bu kalabalığın da başka türlü bir açıklaması olamaz! Lan arkadaş hiç mi yerinizde durmuyonuz! Hepiniz mi Beylikdüzü'nde oturup Mecidiyeköy'de çalışıyor!) ziyadesi ile kalabalık, yarın yokmuş gibi kalabalık. Adam o kalabalıkta telefonu çalıyor, arayan Buse "Nuri beni seviyor musun?"(Nuri de hiç olmadı be, hayali bile kötü, alıyorsun düğün davetiyesini eline "Nuri ile Buse, en mutlu günümüzde sizleri de aramızda görmekten kramp duyarız(kıvançtır da o ben kramp diyorum çünkü klişe düğün daveti yazılarından yıldım)" Berkan olsun, Berkan ile Buse, valla şahane oldu) "Berkan beni seviyor musun?" diyor. Hatta eminim “Seviyor musun?” da demiyordur, “Sevmiyor musun?” diyordur, doğrudan şartlandırmalı savunma geliştiricili (Psikolojik terimler, nasıl sallıyorsam onun da haddi hesabı yok, ama tüm içtenliğim ile sallıyorum, öyle boş kimseler de değiliz!). Lan adam tutunamıyor ki! Neyine sevecek seni he neyine sevecek cadı karı! Adam akşam olmuş iş yerinde yemiş fırçayı Pınar'dan, yemiş Zekeriya'dan, üstüne yetmemiş gibi Mecidiyeköy'den binmiş metrobüse(artık nasıl binebildiyse, son enerjisini de oradakullandı sanırım) Çağlayan’da telefonu çalıyor, car car car konuşuyorsunuz. Böyle olmaaaz, bakın bu gerçekten böyle olmaz. Metrobüs yuva yıkar. (İki tanıdık kişinin metrobüste yanyana oturma arzusu üzerine de ayrıca sonraki yazılarımda değinicem) Sabah freshliğinde de sormayın, adamın tüm enerjisini emmeyin emdirmeyin! Toplu taşımada konuşmayın dinlerim!

    Eee tüm bunların başlık ile ne alakası var lan! Geldim geldim oradayım, size İnci’yi anlatıcam bugün.

   İnci, General Motor’da çalışıyor, tahminim Levent, Gayrettepe bölgesinde bulunuyor bu iş yeri çünkü kahramanımız Zincirlikuyu’dan metrobüse biniyor. O da herkes gibi oturmak için sıra bekliyor(Metrobüste oturma yöntem ve teknikleri - İki kişi birden oturma becerileri- üzerine de yazacam ileride merak edin) ama bir farkla, o telefonda konuşuyor, birinci metrobüs gitti, konuşuyor, ikincisi geldi, konuşmaya devam ediyor, hurra kapılar açıldı, içerdeyiz, savruluyoruz oradan oraya, ortalık bayram yeri gibi, karnaval alanı gibi, bağrışlar çağrışlar, çığlıklar, biraz daha abartacak olursak çocuklar ağlıyordu anne anne diye, oturuyoruz, arka L şeklindeki kısımdayız, tabi İnci’yi merak ediyorsunuz, o konuşuyor. İnci var, L kısımın kıvrımında(Allah da ayrıca bu yerin belasını verebilir, neden var ki!) biri var, onun yanında biri daha var, sonra ben varım(aynen ben de oturuyorum). İnci konuşuyor, ama nasıl konuşuyor biliyor musunuz? Zincirlikuyu’dan Edirnekapı’ya kadar konuşuyor, dünyanın geri kalanı yokmuş gibi konuşuyor. Tabi ben bu arkadaşta konuşacak potansiyeli gördüğümden kulaklığın sesini Mecidiyeköy'de kıstım, dinlemedeyim. 
  
  İnci’yi betimlemiycem; anlatacaklarımdan ve bıcı bıcı konuşmasından siz betimlersiniz. İnci tipik bir ofis çalışanı, bir kız grubu var işte işyerinde, beraber yemeğe çıkıyorlar, yemek fotoğrafları falön paylaşıyor(Neyse ki bu furya bitti bitecek İnstagram’da, ayak bacak fotoları da eskiye nazaran azaldı, bi selfie var şimdilerde ama selfie asla bitmez!), sonra bir de Gökhan var, canım Gökhan’ım(Gökhan'ı tanıdığım sanılmasın, adamı gıyabında tanıyorum), aynen tahmin ettiğiniz gibi Gökhan İnci’den hoşlanıyor, aynı yerde çalışıyorlar, hep İnci ile konuşmak için bahaneler kolluyor falön. Gel zaman git zaman, o gün Gökhan İnci’ye öğlen yemeğini dışarıda beraber başbaşa yemeyi teklif ediyor, işte İnci "Kızlara söz verdim yeaaa, onlarla çıkıcaz" filanlar, "Yarın da başka bir arkadaşım gelecek onunla yiyeceğiz"ler falönler(Gökhan’ın yerinde olmayı inanın istemezsiniz o an. Gökhan için artık kafasının içinde Cengiz Kurtoğlu, Müslüm Gürses çalmaya başlar, gıy gıy kemanlar, yüreğinin kesik kesik burulmaları, acıdan yüzün ekşimesi, kendine kızmalar, karnının aç olması, peki ben yemeğe kiminle çıkıcamlar, sosisli üzerine bir de goralı patlatırımlar- Kahramanımız buradan sonra kendini yemeğe veriyor-) Gökhan 1-2sn’ye öylece kalır ve "Hmm aumm peki" gider, artık istifa mı eder, öğlen yemeği iki tek atıp gelip şirketi birbirine katmayı mı planlar bilemem. “Ay çok salaktı yhaaa” diye devam ediyor İnci telefonda, bir sonraki durak Bayrampaşa, ben giriyorum sahneye. Kulaklığı kulağımdan çıkartıp, iki yanımdakinden öne doğru usulca eğilip, “İnci yağğ!” dedim hafifçe gülümseyerek. İnci telefonu eli ile kapatır gibi yapıp yüzüme alık alık “Ulan ben bunu bir yerden tanıyorum ama nereden? Sonuçta benim adımı biliyor, kesin tanımam gerek” der gibi gülümseyerek baktı. Dedim “Beni tanıyormuş gibi bakma. Sen değil bennnn seni tanıyorum bennnn, (buranın sonuna benn Yaşar usta gelirdi ama hikayemiz ile ilintili değil) şurda(General Motor) çalışıyorsun, şu şu işleri yapıyorsun, orda şunlar şunlar şunlar var, onlarla aralara çıkıyorsunuz, Gökhan var(hiç mi acımıyorsun lan çocuğa diye bakarak), öğlen yemeği yok!”. Metrobüs arka taraf olarak güldük, İnci inmek için düğmeye bastı. Bir sonraki durak Zeytinburnu. Gerçek inmesi gereken durak mıydı(sanmıyorum, o çizgide biri Zeytinburnu’nda oturamaz, barındırmazlar onu o çevrede) yoksa bunu mu kaldıramamıştı bilmiyordum. Bildiğim İnci ve İnci gibilere iyi, güzel bir ders ve ev ödevi vermiştim. Öğretmendim sonuçta, atanamasam da bişeyler öğretecektim.

Az konuşun, çok sevin. Bu ne biçim öğüt lan! Tekrar deniyim dur: Detaya girmeden konuşun, özütü verin ve çok sevin. Öğüt gibi öğüt oldu.



Şimdi Leyla The Band'den Aşk Bitti diyelim
https://www.youtube.com/watch?v=9qbH3v_xA44



9 Eylül 2015 Çarşamba

İsmail'e De Ayıp Oldu

   E oldu tabi! Adam o kadar bizim için aradı sordu, tıkır tıkır T.C kimlik numaramızı girdi ( Bu arada laf aramızda İsmail benim ilk T.C kimlik numaramı verdiğim kişidir, bunu İsmail’i şımartmak için söylemiyorum, valla bakın!) bekledi, o zaman internet hızı da böyle çatır çatır değil; yazık lan, kim bilir beklerken ne yapmıştır? Bilgisayarlarımız başında, internet karşısında neleri beklemedik ki? (Buna da ayrıca bir yazımda değineyim, malzeme çıkar burdan, Fifa 99, Loading..., bildin sen onu) (ya da dur bir örnek daha vereyim, 56k modem’in bağlanırken ki çıkardığı ses ve biraz sonra simgenin sağ alta düşmesi, aklın gider! Evet evet kesinlikle bunu da yazıcam yada İsmail’e De Ayıp Oldu’yu sonraya alsam da buna mı başlasam? Olmaz! İsmail’in defterini kapatmam gerek! Ama kapatamam ki! Yarın bir gün “Bilgisayarlarımız başında, internet karşısında neleri beklemedik ki?” diye bir yazı yazınca İsmail yine orda da karşıma çıkacak! -Çünkü o ilk bakışta bilgisayarının olduğunu anladığım bir kişiydi(“O nasıl oluyor lan anuna koyim öyle!” demeyin, oluyor çünkü, arayın sorun İsmail’e) Her yerde karşıma çıkıyor bu çocuk! Ama seviyorum onu, dedim ya ilk T.C numaramı verdiğim kişidir o diye.)

   Olum adam(İsmail) o kadar senin için baktı etti, bi teşekkür bile etmeden telefonu kapattın lan! (Hatırlayın, dünkü yazıda şöyle bir yer vardı “00:30 ben siteye haala giremezken telefonum çalar, arayan İsmail’dir. Liseden, o da gidecek askere. “Aydın T.C numaranı ver ben bakayım.” Aaa öyle miydi, ne güzel, bak tabi güzel kardeşim, bak tabi güzel insan. “Tunceli diyor Aydın” dedi İsmail. Tunceli! Hmm TUNCELİ! Demek TUN-CE-Lİ! T U N C E L İ! Telefonu kapattım.”) Gecenin o vakti ayıp ettiğin yetmezmiş gibi, adama da sormadın “Senin neresi çıkmış kardeşim yeaa?” diye. Ama onun sesi iyi geliyordu, kesin iyi yer çıkmıştır, şanslı i*pnedir o!(İsmail çok özür dilerim lan, buraya en güzel bu kelime gidiyor biliyorsun, iyi anlamda yani! Sana bir kod ad filan mı versem İsmail? Mahmut mu desek mesela sana? Orjinallik iyidir di mi hiç bozmayalım, bozmayalım peki.) Hem kötü bir yer olsa beni neden arasındı ki gecenin o vakti? Kesin iyi yerdi, kesin! Şanslı p*iç(İyi anlamda)! Şahsen ilk ben öğrenmiş olsaydım neresinin çıktığını ve doğu olduğunu öğrenseydim üstüne üstlük de “Tunceli” olduğunu öğrenseydim arar mıydım? Meçhul. Belki “ Belki daha kötüsüdür lan, du bi arıyım” diye aklımdan geçirir kendimi teselli etmek üzere arardım (Böyle de pis bir adamım işte ben, iyi tanıyın beni.) ama Tunceli’den kötüsü ne olabilirdi ki? Olamazdı! İyi yerdi, Kilis’ti. Tavası meşhurdu, Kilis Tava. Oh İsmail, yine dört ayak üstüne düşmüştün lan. Haftasonları tava yer dururdun artık, ne güzel dünya di mi yeaaa?

   Bir de böyle bir şey var, sülüsünü aldığında(Askerliğini nerede yapacağını gösteren resmi kağıt) eş dost akraba sorar, asker der “İzmir!” ooo süper! Asker der “Bursa” ulan yaşadın valla hea! Asker der “Ankara!” bak kral yer kardeşim yaşadın, kalırsın orda sen(Bak kalır nereye kalır! Babanın oğlu mu silahlı kuvvetler! Konuşturma beni). Asker der “Sivas” olum ordan doğuya gönderiyorlar lan(yüzü ekşir). Asker der ”Kayseri!” Y*arrağı yedin olum! Ordan kesin komando, doğudasın! Yılan da yersin! Asker der “Tunceli!” olsun derler. Olsun. Sade, basit, düz, dımdızlak bir “Olsun.” Ne demek olum olsun? Hiç mi söyleyecek bişeyin yok? Adamlar İzmir derken, Ankara derken, coşturdun onları da bize gelince “Olsun” mu? O aslında olmasındır, olmasa daha iyidir ama olsunla idare ettir. Sineye çekiyorsun, olsundu diyorsun, ayrılıyorsun. Neyse gördüğünüz gibi Tunceli bende nasıl bir travma yarattıysa yansımalarını haala daha günümüzde görebiliyorsunuz, psikoloğa mı gitsem? Aman canım ne gerek var, sizler varsınız ya. Ama ben sizi bununla meşgul etmiycem bugün; ben bugün sizi İsmail’e ayıp ettik onun için rahatsız edicem. Ona hepinizin huzurunda teşekkür edip, ileriki yazılarımda da sahneler verip beğeninize sunucam; İsmail’i merak edeceksiniz, çıldırtıcam sizi! Kuduracaksınız hepiniz! Hepiniz “Kim lan bu İsmail! Gidelim elini ayağını öpelim, önüne yatalım(siyasi espri), yüz sürelim, destur alalım” diyeceksiniz, ahanda buraya yazıyorum göreceksiniz! (Şurda şöyle bi durup geriye doğru bakayım, açık kalan, kapatılmayan, bağlanmamış parantez varmı, mmm, yokmuş, güzeel.) İsmail! Şaka maka iyi övdüm seni, övmek deyince Umut Sarıkaya’nın aşağıdaki karikatürü gelir. Dilerim İsmail ve sizler bu yazımı da beğenir (Laf aramızda dün blog 300’e yakın tık almış, bu yazılar ile yürür giderim ben diyim size, tutamazsınız, önümü alamazsınız! Üşenmiyorum yazıyorum, ihtiyacım kadar yazıyorum, burdan böyle yazıyorum) önümüzdeki günlerde tekrardan görüşürüz.

   Eğer iyi birer okuyucu olursanız kim bilir belki bir gün sizi de överim?



 Kavga etmeyin! Şarap çanağınıza başlatmayın! Sevelim sevilelim(Sevdiklerimiz yanımızdayken övelim, övülelim) bu dünya kimseye kalmaz(Bunun sonuna da ünlem hiç gitmiyor, ne o öyle dişlerini sıkar gibi teşekkür eder gibi)

Şimdi Mzzy Star - Fade Into You diyelim.
https://youtu.be/-uJ61jgFCMM

8 Eylül 2015 Salı

Ah İsmail Ah!

   İzin verin size askerlik ile ilgili bir anımı anlatayım, aslında pek anı sayılmaz çünkü başından sonuna saçmalıktı. Okumanızı da tam tavsiye etmem(Beklentiyi de şöyle bi düşüreyim)

  Tarih 1 Ağustos 2009, lisans mezunları için(4 yıllık fakülte) yersiz bir sınav, kazananın mı asteğmen(1 yıl boyunca rütbeli paralı askerlik gibi düşünebilirsiniz bunu, aynen üstüne para veriyorlar) yoksa kaybedenin mi  asteğmen olacağı ya da kazananın mı 5 ay kısa dönem er(düz asker, ot yolan, çöp döken, tuvalet temizleyen, bulaşık yıkayan, yemek dağıtan düz asker) kaybedenin mi 5 ay kısa dönem er olacağı o güne kadar sınava girenler arasında bir paradoks aslında girmeyenler arasında da paradoks , “Lan ben sınava girmiyim 5 ay gideyim geleyim” de yok, mecburen gireceksin o sınava, neyse canım zaten askerlik başlı başına bir paradoks değil mi? Ne gerek var silaha, cana kast etmeye?

    Gece yarısı sınava girmek üzere 5’te yola çıktık, saat 6 da sınav yerindeydik ve ben o saatte daha önce öyle bir kalabalık görmedim! Karışıklık olmalıydı, bunlar kesin uzun dönem askerlik(doğrudan 15 ay yapacak olanlardan bahsediyorum burada, o zaman 15 aydı askerlik, şimdi 12 aya düştü) yapacak olanlardır, bizimle ne alakası var canım! Yoktu, karışıklık yoktu, her şey olması gerektiği gibi mantıklı mantıksızlığına(askeriyede mantık aramayacaksın, evrensel bir kural, bu ne demek “Kafanı kullanmayacaksın, hali ile düşünmeyeceksin, e düşünmediğin gibi de yorulmayacaksın, yorulmazsan boş boş uyumak istersin, e sürekli uyumak istersen yargılamazsın da, yargılamazsan sana istediğimiz her şeyi yaptırabiliriz, başka bir deyişle ya ne gerek var canım biz senin yerine düşünüyoruz” demek) uygun olarak ilerliyordu, herkes lisans mezunuydu ve benim de biraz sonra girecek olduğum sınav için oradaydı. 100’erli sıralar halinde içeriye almaya başladılar, 100’er 100’er evraklar(Kim ne mezunu, ne iş yapar, yabancı dili var mı, nedir necidir gibi gibi) teslim alındı, 100’erli kantin için mola verildi, 100’erli sınav salonuna alınıp’ 100’ünün de sınavının aynı anda bitirip, dağıldığı muhteşem bir yaşam formu deneyimi yaşadık. Sınav 10 Ağustosta açıklanacaktı(12 Ağustos’tada birliğe katılman gerekiyordu)...Artık asker sayılırdım, düğmemin kopması 6 aydan başlıyormuş, herkes akıllı olacaktı artık! Kim bilir belki de en büyük asker bendim? Belli olmaz.
Eee peki 10’una kadar ne yapacaktım lan ben? Tatil yapayım bari ne yapayım boş boş İstanbul’da. Memlekete gittim. Canım köyüm.

   Tarih 9 Ağustos 2009’u 10 Ağustos 2010’a bağlayan gece yarısı yoldan yeni dönmüşüz(Anne Babamla gitmiştim de tatile), saatler gece yarısı 23:00, sonuçlar açıklandı açıklanacak, ufaktan silahlı kuvvetlerin sitesinde yerimi alayım dedim. Nereye yerini alıyorsun! 100’erli 100’erli sınava girdiğini unutuyorsun! Site yüklenmeden dolayı kilit! Saat 00:00, site hala kilit, anne ya, baba ya, siz yatın beklemeyin valla bak, Ankara olur, İzmir olur, Antalya olur, şeyapmayın öyle fazla. Peki, iyi geceler...

00:30 ben siteye haala giremezken telefonum çalar, arayan İsmail’dir. Liseden, o da gidecek askere. “Aydın T.C numaranı ver ben bakayım.” Aaa öyle miydi, ne güzel, bak tabi güzel kardeşim, bak tabi güzel insan. “Tunceli diyor Aydın” dedi İsmail. Tunceli! Hmm TUNCELİ! Demek TUN-CE-Lİ! T U N C E L İ! Telefonu kapattım. Annem uyandı, "Neresi belli oldu mu? dedi.(Korkuyordum). Bakmayın böyle biraz trajikomik anlattığıma, hadi söylesene annene “Tunceli” diye. İsmail bana bir çırpıda söyledi, söyleyebildi. Hadi annene söylesene? Söyleyebilir misin? Söyleyemezsin! “Daha belli olmamış anne, sen yat sabaha belli olur artık.” Annem uyudu. Bir gece daha uyuttum onu. Gurur duydum bu yalanımdan. Ya ben? Ben nasıl uyuyacaktım, daha doğrusu uyuyabilecek miydim? Sabah oldu. Geceyi kurarak geçirmiştim, kurdum durdum kafamda. Babam da uyanmıştı annem de. Mutfaktaydılar, kahvaltı hazırlanıyordu, güzel bir kahvaltı yapılacaktı. Odadan çıktım, yanlarına gittim, ikisine birden tıpkı bir gerzek gibi sarılıp ağlaya ağlaya “Tunceli” demiştim. Dağıldık... Annem fasulye kırdı ağlayarak, babam işe gitti.

   Ben mi, ben kahvaltı yapmayacaktım o gün, geceden kafaya koymuştum tekele gitmeyi. Bira aldım geldim, Kırmızı Tuborg. Sigara da almıştım tabi, Camel soft.  İki gün içerisinde Elazığ’da olmam, oradan da askeri konvoy ile Tunceli’ye gitmem gerekiyordu. Peki nasıl gidecektim? Gitmese miydim? Lan ben İngiltere’ye gidecektim ekonomi üzerine yüksek lisans yapmaya? O ne oldu? Genelkurmay “Askerlik uzayabilir” açıklaması yapmıştı, biz de ne olur ne olmaz dedik işi gücü bırakıp askere gittik! Aman ne askerlik!

   Tunceli’deyiz.  Herkes şaşkın, herkesin aklında tek soru “Benim ne işim var burada?”, tabi kimse bunu dile getirmiyor, gözlerinden anlıyorum ben. Herkes orda oğlum! Avukatı  da ordaydı, akademisyeni de ordaydı, mühendisi de ordaydı, akademi mezunu polisi de oradaydı, açıköğretim mezunu(4 yıllık lisans) da orda, ama onlar kendilerini hemen belli ediyorlardı o ayrı, herkes oradaydı işte ama  fiziken! Ruhen ve aklen sanırım kimse yoktu.

   Bitti bitti bağlıyorum, 45 gün Tunceli merkezde kaldık, oradan kura ile Tunceli’nin karakollarına dağılacaktık - dağ karakolları da vardı  helikopterler ile gidilen, askeri konvoy ile ulaşılabilecek karakollar da vardı.(Torpili olanlar Tunceli merkezde kalacaklardı, kesin bilgi yayalım). Ama önce bişeyler öğrenmeliydik di mi? Karakolu koruyacaksın lan! Boş boş gidilir miydi karakola! Ayıplarlar adamı yemin ediyorum! Açık konuşmam gerekirse bi  b*ok da öğrenmedik, bize 45 günde 5 kurşun attırdılar, sadece 5. Yazı ile beş, BEŞ, B E Ş! Ben tabi 5 ini de vuramadım. Silahın, o metalin soğukluğunun, kan donduran soğukluğunun, tetiğe bastığında karşındakinin canını alabileceğinin korkunç gerçekliğine girmeyeceğim.  45. Günün gecesinde apar topar kamuflajlarımızı giydirip bizi kuraya götürdüler, artık karakolum da belliydi, askeri konvoy ile karakoluma gidecektim, helikopter ile değil. Torpilliler mi? Onlar kura çekmedi. Onlar kalacaktı, ölmeyeceklerdi onlar yani.

   Karakoldayız. Bize iki gün güzel baktılar; allah için baktılar. Magnum dondurma da çıkıyordu yemekte, Kutu Coca Cola da. Sonrası? Sonrası nöbet, hep nöbet ama öyle 2 saat nöbet tut gün içinde sonra yat yok. 2 saat nöbet, 2 saat dinlen, sonra 2 saat nöbet,  sonra 2 saat daha dinlen ve son 2 saatlik nöbet serini tamamla ve yat.  Akşam 6’dan sonraki günün sabah 6’sına kadar böyle gitti. Nöbet ama nasıl nöbet, gece zifir karanlığında taşın taş üstüne konarak yapıldığı, 180cm boyunda ilkel karanlık bir klübede, 190’lık benli bir nöbet! Nöbet ama ne yapman gerektiğinin komutanlarınca bilgisinin verilmediği bir nöbet. Nereye bakıcam, düşman uns
uru nereden gelecek, geldiğinde ben ne yapacağım, sıkacak mıyım(o panik halinde bak sıkarsın, o silahın(G3) kurma kolunu çekebiliyor musun bak bakalım!) yoksa telesizle haber mi vereceğim, eee peki telsiz nerde lan! Yok abi bu böyle olamazdı, silahlı kuvvetler bu kadar boş bırakamazdı bu karakolu, kaldı ki karakol içerisinde komutanların lojmanı, eşleri, çolukları, çocukları vardı. Kesin yüksek teknoloji bişeyler gizli olarak karakolun etrafını çevrelemişti, ne bileyim manyetik bir alan, veya sensörler, ne bileyim en olmadı tellere elektirik! Peki ya bunların hiç biri yoksa? Gece zifir karanlıkta adam(terörist) gelip kafamızı kesse, alıp gitse kafamızı? Yoksa böyle bu askerlik biter miydi lan! Bitsindi! ( He bu arada terör olaylarının yaşandığı bölgelerde çarşı izinleri yoktur. Yani haftasonu olsa şöyle bi çarşı yapayım, bi kafamı dağıtayım falön yok, her gün askeriyedesin, dışarısı diye bişey yok bu sebeple hayallerin de “Ulan şimdi şu yoldan geçen kamyonun şoförü olsam, şu baraj inşaatında çalışan işçi olsam, şu kuş olsam uçsam gitsem” gibi gözünün gördüğü sınırlar içerisinde oluyor.) Bitmiyordu! Ben bitiyordum, o bitmiyordu, sanki senelerdir oradaydım, oraya aittim, demirbaştım. Fakat gerçekten bitsindi.

   Bağladım. Her an namlunun ucundaymışsınız gibi nefes aldığınızı hayal etsenize, bir sonraki nefesinizin bir kurşun çığlığının ardından kesileceğini? Öyle aham şaham bağlayamasam da bağladım. İlk en uzun yazımdı, bence güzel bağladım. Hem beklentileri de ilk başta aşağı çekmiştim

Daha fazla gençlerimiz ölmesin. Barış! Ne zaman? Hemen! Şimdi! Sevelim sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz.

  Ne tuhaf lan! Oğluma ballandıra ballandıra anlatacağım bir askerlik hikayem bile yok! Ama anlatacak daha güzel hikayelerim var... Olacak! Güzel günler de olacak.


Şimdi Yaşar Kurt'tan Korkuyorum Anne diyelim.
https://www.youtube.com/watch?v=GfuyqGTDL80