30 Kasım 2015 Pazartesi

Yüzüklerin Efendisi: Halay Kardeşliği

Haftasonu muhteşem bir düğündeydik. - Düğündeydik diyorum çünkü ulan hepiniz oradaydınız be! Anam ne galabalıktı! - Neyse sulandırmadan şu yazımı yazayım; ne diyordum, heh düğün, tamam. Düğünü düğün ettik ve son olarak kravatı çıkartıp kafaya bağlayarak düğünü adeta taçlandırdık. Ama bi dakka ananıs*kim yüzük yok! Yüzüğüm yok! Nerede bu lanet olasıca yüzük Gandalf! Gollum sen mi aldın lan yüzüğümü! Gandalf bi büyü yapsan da şu masaları kaldırsan ben bi altlarına baksam hı? Hanım ağzıma s*çacak Gandalf bişey yap ne olursun! Nasıl söylerim ona yüzüğü kaybettiğimi? 

Neyse orta dünyanız batsın sizin! Benim gerçek dünyaya dönmem gerek bir an evvel.

Hanımın yanındayız. Önce bi şu kravatı kafamdan çıkartıp doğru düzgün ait olduğu yere bi bağlıyım, önümü de ilikleyim, yüze de bi şirin ifade kondururak "Karıcım (Gülücük gülücük) mehe mehe, yüzüğüm kayboldu (üzül üzül kahrol)" sen şu kravatı bi al ben bi yarım saat kaybolucam, masa masa arıycam. Bulamazsam bile emek verdim, bulamadım derim ileride. Bu güzel gençlerin düğünlerini de yıllar boyu "Yüzüğümü kaybettiğim düğün" diye hatırlarım. Allahım düşüncesi bile dehşet verici, kuzenimin düğününü lan! Senelerdir beklenilen düğününü, gerçek bir aşk düğününü (Bunu gülüşlerinden pekala anlayabilirsiniz (kıps) ) çılgınlar gibi oynayıp kafaya kravat taktığım düğünü ben "Yüzüğümü Kaybettiğim Düğün" diye hatırlayacaktım. Onları ne zaman görsem aklıma yüzüğüm gelecekti, yeni bir yüzük alınır tamam ama bu bir yüzüğün kaybolduğu gerçeğini değiştirmez, hayatta bazı şeyler bazı şeylerden değerlidir. (Ne konuştum beee!). Aramak diyordum, yüzüğü aramak, köşe bucak aramak, masa örtüleri kaldırarak aramak (en kötüsü de buydu, elalemin masasının yanına gidiyorum, örtüyü kaldırıyorum, masanın altına eğiliyorum; başka yerde yapsan linç ederler seni) kimseye belli etmemeye çalışarak aramak, (Tamam bunu çok uzun sürdüremedim, çünkü iri kıyımım, çünkü kelim, çünkü dikkat çekiyorum), yok yok yok, yüzük yok. En kötüsü de neydi diye soracak olursanız halay devam ederken benim yüzüğü aramamdı derim; kusursuz bir dramdı. Sen yüzük ararken halay duracak değil ya! Ama benim tahminim yüzüğü halayda kaybettim; o hızlıya geçiş anında aheng bozulup bir anlık coşku ile, fırladı gitti kesin. Ve yahut serçe parmaklardan tutuşurken bir anda omuza eli atarken de uzunlamasına fırlamış da olabilir. Ne kötü, bir halayda kaybetmek seni canım yüzüğüm. Ben şimdi ne yaparım! Tıpkı bir gerzek gibi görünüyordum orası kesin ve dışarıdan bakanlar "Şu gerzek var ya, yüzüğünü kaybetmiş, geçen düğünde de Rayban gözlüklerini kaybetmişti" demeyecekler mi? (Aynen, bundan önce bir düğünde de Rayban gözlüklerim kaybolmuştu) . Demesinler lan, demeyin olur mu? Yüzük yok. Bir anons geçtireyim bari (Gerzek şimdi spikerin yanında bakın, yüzüğünü kaybeden gerzek!) , sonra halaya devam, halaya küsmek olmaz, kalk hanım oynuycaz. 

Düğün bitiyor, fotoğraflar çekiliniyor, davul zurna eşliğinde alkışlar ile salondan çıkılıyor. Yüzüksüz! Yüzüğüm! Son olarak garsonların şeflerine ve müdüriyete de haber bırakayım da, hani bir ihtimal bulunursa, hani manevi değeri büyük, çok mutlu olurum. Allaha ısmarladık, hadi gittik biz.

Arabadayız.(Hepinizin hanımın tepkisini merak ettiğinizi biliyorum) Boşver dedi, giden gitti, olan oldu, üzülmen bir şeyi değiştirmecek. Öyle mi? Peki karıcım. Hadi gidelim.

Evdeyiz. Hop telefon, Ankara'dan abim gelmiş(abim mabim yok şarkı söylüyorum), yüzüğüm beni ne çok severmiş. Yüzük bulunmuş dostlar, yüzük bulunmuş! Teşekkürler Gandalf; canın cehenneme Gollom! Hanımla sarılıp ağlaştık, gittim şef garsona sarıldım ağladım, yüzüğümü geri aldım.

Burada yazmayı bitiriyorum ve diyorum ki: Unutmayın, aramakla bulunmaz, ancak bulanlar daima arayanlardır.




"Hepsine hükmedecek bir yüzük, Hepsini o bulacak, Hepsini bir araya getirip, karanlıkta birbirine bağlayacak."

Beni okudunuz; teşekkürler

26 Kasım 2015 Perşembe

B*ok Var!

Efenim malumunuz Perşembe, bir diğer adı ile #tbt, throwback thursday, şimdi burda bir fotoğraf ile sizlerle anımı paylaşmayacağım tabi, ancak bir anımı paylaşabilirim, çünkü yazıyorum.

Lisedeyiz; öğlenleri yerim diye evden tost most sandwich yapıp getirmişim; ilk tenefüs zor dayanıyorum, ikinci tenefüs indiriyorum mideye. Üzgünüm anne; üzgünüm. Böyle bir pis boğazdım işte ben. Nasıl bir vicdan ama! Lan ben onu öğlen yiyecektim! Tüm bunlar(Ulan iki satır bişey yazdın "tüm bunlar" dedin, tüh senin yazarlığına! Yahu işte evden okula gelirken ki süre, okulda sıra olunuşu, andımız, lisede andımız var mıydı lan! S*ktir et, itele gitsin, birinci tenefüs filan işte filan derken ders dinleyemiyordum lan! O derece!) yetmezmiş gibi "sınıf kemirgeni" - ben onlara kemirgen diyorum- "Ooooo ne yiyorğğuuzzzassheaaa!" diye salyalarını akıta akıta yanına gelmez mi! Sizi bilmem ancak ben öyle yiyeceğimi pek paylaşamazdım. Hele hele son lokmasını! Asla! Napiim olum tek çocuktum ve güzel yerdim; anaokuluna da gitmedik ki paylaşmayı öğretsinler. Öyle gelişine yaşadık işte hayatı; plansız, programsız, taktiksiz ama sıralı. Önce ilkokul, hemen peşine ortaokul, lise derken hop üniversite ve askerlik. Yok yüksek lisans yapmadım; doktora neyim de düşünmedim. Dedim ya stratejisiz yaşadık biz, gelişi güzel, düz. Miss. Hem ailenin kafası rahat hem senin anlıyon mu? Neyse ne diyordum ben; heh tost most sandwich falön, yok o bitmişti o değil! Onu yuttuk! Sınıf kemirgeni diyordum; ulan doymak nedir bilmeyen aç (Bunlar doymazlar efenim, karbonhidrat tükettiklerinden, midelerine bişeyin gittiğini beyinleri uzun süre sonra algılar; ilk yediklerini algılayıp sindirirken, ikinci yediklerine kadar ilk yediklerini unuturlar, anladın? Burası biraz karışık, neyse; ve bu sebeple gün bitene kadar aç aç onun bunun yanına gider "Ooo ne yiyoruz yeaaa!" diye dolaşırlar), ben seni gördüm, sıradan önce bir koca açmayı gömüyordun; ilk tenefüste kantinde patates ekmek yutuyordun, derse plastik bardakta çayınla geldin ağzında patates ekmeğin son lokması, dudak kenarları ketçap kalıntısı, sıranın altına koydun çayını, riske girip derste yudumladın, biliyorum hepsini ama hepsini! "Sen görürsün oğlum" der gibi bakar; bir de vicdan yaptırırlar sana; ama sen duuur, sen dur ama sen dur, verecek bir cevabım illaki var.

Şimdi cevap veriyorum; B*ok var gel!


Beni okudunuz. Teşekkürler.




19 Kasım 2015 Perşembe

Nankörsün Galatarasay!

Sıradan bir sabah, metrodayız, kitap okuyorum. Yanımdaki tanımadığım genç de bişeyler okuyor, Dönüp bakıyorum ne okuyor diye, sınav notları okuyor, A4 kağıt, diklemesine, fotokopiciden çıkmış. Bütün satırlar çizilmiş. "Kafanı s*kiim!" diyorum onun hemen başında bekleyen abiyi görüyorum. Ayakta gazete okuyor, göz ucuyla manşete bakıyorum; sarı kırmızı "HAMZAOĞLU GİTTİ." yerine kim gelirse gelsin umrum olmaz bir Galatasaray'lı olarak. Galatasaray'a da az önce sınav notları okuyan tüm satırları çizen gence söylediklerimin aynını diyorum; sonuna Galatasaray'ı ekleyerek! Nankörlüktür bunun adı. Sana 10 ay gibi kısa bir sürede  3 kupa getirmiş biri, ulan üstelik çok değil geçen sezon lan, bu şekilde gidemez! Gitmemeliydi! Ancak bu Galatasaray'ın ilk nankörlüğü değildi! Hüzünlendim. 


1996-97, 1997-98, 1998-99, 1999-00 ne yıllardı ama be; hea? Müzikli maç özetleri olurdu, sadece spikerin "Gooool!!!" sesine yer verirlerdi biraz müziği kısarak, ağlardım. Ağlardık da belki. Hiç unutmam yine böyle kolajlardan oluşan bir videoda Arif'in Manchester United'a attığı o gol anında gözlerimden yaş boşalmıştı. Bu futbol için ilk göz yaşımdı. Bunu gören kuzenim "Lan oğlum niye ağlıyorsun!" da demişti ama ona Star TV'yi gösterdim, "Baksana" dedim burnumu çekerek, kolaj devam ediyordu, müzik devam ediyordu, Kubilay kalenin içine giriyordu, ben ağlıyordum ancak o Beşiktaş'lıydı. Ağlamadı. Beni de anlamadı. Gitti. Güzel yıllar bitti, Terim gitti, Hakan gitti(Siyasete girmese heykeli dikilecek adamdı) Arif gitti... Burda durup, şapkamızı önümüzde koyup biraz içerlenelim... 

Bunları bir kez anlatıcam ve bir daha da gündem olmayacak.

Lucescu geldi. Mircea Lucescu. 2001-2002'de takımı şampiyon yaptı. Gönderdiler. Nankörler. Futbola küsmüştüm, zaten üniversiteye hazırlanıyordum, Futbol benim neyimeydi zaten di mi? 22 adam bi topun peşinde falön, hı? Dayım reddedemiyceğim bir teklifle geldi. Sahte kombine ile, çift turnike ile Beşiktaş kapalı trübünde maç keyfi. Namı değer Çarşı! Sezon boyu hem de! Dershaneden çıkışlarda, maç denk gelirse, biraz da stres atmak için gidiyor geliyorduk trübüne. Hali ile kaptırıyorduk bazen ancak benim aklım daha çok permütasyon kombinasyondaydı. Alkali metallerde, mol hesaplarındaydı. Tabi bu trübün işi duyuldu filan, Beşiktaş'lı olduğum söylentileri dedikoduları yayıldı. Küskündüm takımıma, nankörlük etmişlerdi, ayıptı, günahtı yaptıkları, ben de hatalar yaptım. Velev ki oldum, döndüm yani, sezon bitince üniversite okumaya Ankara'ya gidecektim. Orada ne yapacaktım futbolu ki? Bir kere küsmüştüm, boş bir şey olduğu yönünde kendimi telkine geçmiş, futbol konuşmamaya karar vermiştim. Öyle de oldu. Ta ki 2005-2006 sezonuna kadar. Tarih 14 Mayıs 2006 haftasonuna üniversiteden eve gelmişim. Bir şeyler çiziyorum masada, teknik resimler filan. Babam radyodan Galatarasay maçını dinliyor. Diğer tarafta da Fenerbahçe'nin maçı var. Ben futbola nötrüm o zamanlar. Her iki takımın da puanları aynı. Ligin son maçı, şampiyon belli olacak. Nötrüm buna da. Maçlar başlıyor, ancak Fenerbahçe'nin maçı konfeti yağmurundan duruyor. Banane dursun. Galatasaray'ın maçı başlıyor. 1-2-3. Galatasaray 3-0 yeniyor. Fenerin maçı devam ediyor; aslında aynı dakikalarda bitmesi gerekiyordu biliyorsunuz konfetilerden maç 16 dakika uzadı. 16 fucking minutes! Nötrlük de bir yere kadar! Babam gururlu, ben daha az nötr. Radyodan Fenerin maçına geçiyoruz, Fener'in puan kaybetmesi gerekiyor. Ben çizimi bırakmışım, babamı izliyorum. Adam ayakta. Hop oturuyor, hop kalkıyor Uzatma dakikalarını bekliyor. Sonra Appiah'ın kaçırdığı gol filan derken, maç 1-1 bitiyor.  Appiah da ağlıyordu, babam da ağlıyordu. Biri gamdan kederden, biri sevinçten neşeden. Babam ağlıyordu lan! Ben ne yapacaktım? Güzel bir pazardı, şampiyon olmak için güzel bir pazardı, kalktım, yerimden doğruldum ve koşarak babama sarıldım. Ben de ağladım ve "Baba ben Galatasaray'lıyım." dedim. Maç bittikten, pardon Şampiyonluğu kaybettikten sonra "Kalk Appiah kalk, Allah'ın dediği olur" diyordu Appiah'ın başında biri. Aynen işte böyle.

Bitiriyorum, bitirişi de yine Mesut'u överek yapayım

Futbola karşı nötrlüğüm giderek geçiyordu ancak dost meclislerinde bir "Beşiktaş"lılıktır gidiyordu. Üniversite bitti, eve kesin dönüşü yaptım. Mesut kardeşim ilk doğumgünümde beni yanına çağırdı, doğumgünleri kutlanmazdı bizde, yani öyle neşeli partili şeyler filan yoktu, anne baba pasta tamamdı o iş ama Mesut beni doğumgünümde çağırmıştı. "Al!" dedi "Rengin belli olsun." çıkardı bir hediye poşeti, orjinal Galatasaray forması. Canım Fenerbahçe'li kardeşim benim. Sarılıp ağlaştık filan, işte futbol böyle bişeydi. O gün bugün başka bir Galatasaray'lıydım. Ancak bugün, bu haber beni yeniden futbolu sorgulamaya itti. Vefa bitti, bitmiş.



Son söz:


Hayatımın bir döneminde Beşiktaş'lı olmuştum, gerçekten çekilecek dert değil arkadaşlar. Allah Beşiktaş'lılara başka dert vermesin. Bu sene iyiler, iyiler tabi, her sene olduğu gibi. Dilerim şampiyon olurlar.

Beni okudunuz, teşekkürler.

18 Kasım 2015 Çarşamba

Emmi 2

Bırakın kolumu pantalon paçalarını kıvıran erkekler için de yazıcam! 

Dünkü yazımı okuduysanız yavaş yavaş Emmi'lik moduna girdiğimi anlamışsınızdır. İşyerindeki arkadaşlarım da anlasın diye bugün işe kasket ve hırka ile geldim. Emin adımlar ile yürüyorum bu yolda.

Şu kolumu bırakırsan eğer son emmilik maceramı anlatıp bu işi noktalıycam ve önümüzdeki 10 sene boyunca emmiliği yazılarıma konu etmiycem. Yani umarım etmem. Emin de olamıyorum şimdi, emmilik bir öylelik bir böylelik sonuçta.

Dilerseniz önce ailemden gizli 3 yıl küpe takma hikayem ile başlayayım. Ailemden dediysem genelde babalardan gizlidir her şey. Kısa kesicem. Üniversiteden eve haftasonu için kaçıp gelmişim, arada yapıyorum, çamaşırlar yıkanıyor, gömlekler ütüleniyor filan, miss. Akşam olmuş, peder bey ile (Küpe takıyoruz ya, peder bey oldu) oturmuş haberler izliyoruz. Valide hanım da var hikayemizde. Valide hanım küpe taktığımı biliyor, peder bey bilmiyor. Haberlerde küpeli bir delikanlıya mikrafon uzatıyorlar, daha çocuk ağzını açmadan peder bey başladı "Şuna bak şuna ipne gibi küpe takmış!". Canım babam, annemle göz göze geliyoruz, gülümsememiz sadece dudaklarımıza yansıyor ama canım babama yansıtmıyoruz. Yansıtsak soru yağmuruna tutacak. Nem kapacak, kıllanacak, anlayacak. Varsın öyle desin; içindeki emmilik dışarı çıkmıştı sonunda babamın. Nereden bilebilirdim ki aynı emminin bu haftasonu mahalleye girerken benim içimden çıkacağını?

Şu kolumu bi rahat bırak ya!

Başlıyorum;

Haftasonu çok sevdiğim kuzenimin Hüseyin (27) çeyizini taşıdık, dönüşte kardeş kuzen Candaş (22) bir diğer kuzen Utku (16) ve bir yakınımız (28) C.U'nun şoförlüğünde mahalleye girdik. - Yaşları ayrıca belirtiyorum ki hikayemizde buna yer vermeden edemezdim. - Bir sokaktan döndük ve onunla karşılaştık. O! Paçalarını kıvırmış, dar paça, üstelik çorapsız ayakkabı giymiş genci gördük. Yürüyerek geçtiii gitti önümüzden. Ancak görüntü benim zihnime kazınmıştı. Uzun zamandır kuruyordum bunlara karşı. Kuzenlerin yanında söylenemezdim, söylenirsem abilerini, beni, yanlış tanıyabilirlerdi. Yıllardır tanıdıkları o okumuş etmiş, entel abileri bir anda yerle yeksan olabilir, belki de söz ağızdan çıktıktan sonra bakışları ile abilerini "Ben şurda ineyim yaa!" diye ellerini ayaklarına dolaştırabilirlerdi. Fakat içimdeki emmiyi durduramadım, bir anda ben de patladım babam gibi. Bütün LGBT'lileri tenzih ederek "Şuna bak şuna ipne gibi!" dedim. LGBT'lileri tenzih ettiğimi söyledim, linç yok! Bir anda C.U ve U.E'nin müthiş destekleri ile karşılandım "Helal olsun abi! Hay ağzını öpeyim!(Mecazi) Bu nedir ya! Kim alıyor bunları mahalleye!" dediler. Ulan ben "Durun vurmayın, acıyın bana" diye kendimi hazırlamışken bir anda yine omuzlarda olmuştum. Yaşayın varolun çocuklar. Paçaları sadece dereden karşıdan karşıya geçerken sıyırın.

Ama yakışana da yakışıyor be kardeşim! O kadar da emmilik etmeyelim! Amaaaa o ayaklar bi misafirliğe gitse ne kokar ama biliyon mu! Rokfor peyniri gibi şerefsizim! Selam emmi.


Beni okudunuz; teşekkürler.


17 Kasım 2015 Salı

Emmi

Önce şu yazımı yazayım, peşinden bizim belediye ile ufak bir işim var, onlara da üşenmeden yazıcam, ancak önce şu yazımı bitirmem gerekiyor çünkü emmi olmak bunu gerektiriyor.

Sanırım artık giderek emmi oluyordum. Bunu nasıl mı hissetim? Anlatayım.

Eve dönüş yolunda son otobüs ile ev arası belli bir mesafeyi yürüyerek geçiyorum, böyle bildiğin 7-8 durak yürüyorum, bunu keyiften değil, yürüyerek otobüsün önüne geçiyorum da ondan(Burada belediye küfürler ediyorum; fakat merak etmeyin, birazdan onlara da öyle bir yazı döşenicem ki, okuyanın cilt gözeneklerinden kanlar akacak, burnu düşecek, kulakları çınlayacak belediye başkanının...daha neler neler!), böylece otobüste balık istifi sinirim bozulmamış oluyor, hem de spor oluyor(yersen), 7-8 durak sonra boşaldığı yerden ben biniyorum, benim seyri sefam başlıyor(Nelere seviniyoruz Allahım!). Yaşasın eve gidiyordum! Gidebiliyordum.

Nasıl ama güzel söyleniyorum di mi? Adeta bir emmi gibi. Fakat benim emmiliğimi hissetmem düne dayanıyor, düne kadar zımbawne gibiydim. Ancak dün öyle değildi; değilmiş. 7-8 durak yürüdükten sonra bindiğim otobüste mahalleden, çocukluk arkadaşım Pelin'i görene kadar. Oturuyordu ve gülümsüyordu. Neşesi yerindeydi, aman da bozulmasındı! Baştan alıyorum. Dırım(Akbil dokunuşu, bayılıyordum bu sese) hemen şöförü geçiyorum ve iki arkasında tekli koltukta Pelin. "Meraba Pelin." yol boyu cam kenarından yol izlenmiş, kulaklık kulakta güzel müzikler dinlenmiş, hadi işten de biraz erken çıkılmış olunsundu çünkü oturduğuna göre son duraktan binmişti ve son durak da Bakırköy'dü. Biliyorsunuz Bakırköy nadide semtlerimizden. Özetle Pelin gününü gün etmiş, otobüste de oturmuş, eve dönüyordu, dönüyorduk. Ben bitkindim. Bitmiştim yani. Bunu hissediyordum fiziken. "Meraba" dedi Pelin "Bitkin görünüyorsun." diye ekledi. 7 -8 durak yürümüşüm, tabi ki bitkin olucaktım, üstelik iş çıkışı, akşam olmuş, Pazartesi bitmiş, acıkmışım filan tabi ki bitkin olacaktım Pelin; ancak bunu ben zaten biliyorum! İç sesim ile yol boyu konuşuyorum. Ancak dışarıdan bir ses de bitkin göründüğümü dile getirince o an dedim "Sen artık bir Emmi'sin ve bloğunu "Emmi Üşenmemiş Yazmış Abi!" olarak değiştirmelisin". Pelin'i hiç bozmadım, çünkü o saniye emmiliğimi kabul etmiştim. "Bitkinim ya" dedim. Sonra trafiğe sövdüm, belediyeye sövdüm, sermaye sahiplerine sövdüm, sövdüm okuduğum okullara sövdüm, Amerika'ya da sövdüm meraklanmayın, oraya gidip geldiğim havayolu şirketlerine sövdüm, sövüp durdum. Artık daha çok sövüyordum. Çünkü ben bir emmiydim.


İlk emmiliğimi anladığımda 30 yaşımdaydım ama olsundu. Mottomuz "Deniyoruz ve Yaşıyoruz"du. Değiştirmeye de hiç niyetim yok. Bu akşam hayata inat 9 durak yürüyüp binicem o otobüse!

Beni okudunuz, teşekkürm ederim. Durun canım elimi öpmeyin, yauv durun!



10 Kasım 2015 Salı

Ağlıyor musun?

"Erkekler ağlamaz!" şu şekil genellemelere de acayip uyuz olurum. Var mı aranızda böyleleri? Vardır vardııııır. Vardır da çaktırmıyordur, lavuk! Dün Twitter'da gündem olmuştu #TürkErkeğiDediğin , şu şöyledir, bu da böyledir. İstiyorsunuz ki her şeyin bir matematiği olsun, kesin olsun, net olsun, gelin görün ki ulan hepiniz matematik dersinden nefret ederdiniz be! Ben bulmaca gibi görüyor, çok seviyorum dediğimde dalga geçerdiniz! Şimdi kalkmış analiz yapıyorsunuz. (Noluyor lan durduk yere kendimden geçtim, geçtikçe sinirlendim şimdi? Du bakalım nereye gelicez.) ORKOKLOR OĞLOMOZ! Şuna bak şuna şuna hem genelleme hem klişe! Allahım nedir benim günahım bu torpaklarda dünyaya geldim! Torpak dedim rohahahaha! Güzel eğlendim bugün(Bunun karikatürü var, bi ara girip bakarsınız).

"Kadınlar hep ağlar" vardır bir de, bunu da kadın bir bloggerımız ele alsın. Ben ne alıcam lan, yanlış tespitte filan bulunurum, direk linç! Karalama da değil, linç! LİNÇ! L İ N Ç! Acımasız kadınlar! Son olarak bu konuda şunu eklemek istiyorum "Kızlar, yüreğim sızlar kızlar".

Bitmedi.

Oysa ki tüm bu tespitleri yapana kadar insanı ele alsan, onu derinlemesine irdelesen, bi şöyle kafanı kaldırıp bakınsan sağına soluna, sığ sığ analizlerde bulunmasan canım abim/ablam(Naber?) kulaktan dolma yaftalar ile, he? Hı? İnsanı ele aldın mı Dosto gibi alacaksın. Dosto mu kim? Fyodor Dostoyevski hatta Fyodor Mihayloviç Dostoyevski. Seviyorum olum ben bu adamı. Musa Eroğlu dinlerken kitapları öyle bir gidiyor ki, bakmayın öyle bön bön, valla bak! Al İnsancık'larını, koy Musa Eroğlu'nu, kitap akıyor. Kesmedi mi? Ezilenler'e bir göz at. Musa Eroğlu aslında uzun anadolu yolculuklarında iyi gider ama Dostoyevski ile de tadı bir başka. İnsanı diyordum Dostoyevski gibi ele alacaksın, tabi her babayiğidin harcı değildir bu şekilde almak. Bak mesela (Yeraltından Notlar - 1864)

"Şimdi bir an için insanların aptal olmadığını farz edelim. (Aslına bakılırsa insan için böyle bir şey söylemek imkansızdır, hiç olmazsa şu sebepten: İnsanı aptal kabul edersek kime akıllı diyeceğiz?) Ama insanoğlu aptal olmasa bile dehşetli nankördür. Nankörün nankörüdür." Yavaş geliyorum asıl konuya. Nankörlük, şu biiiiiiir.

"Durmadan dövüşüyorlar, şimdi de, eskiden de, her zaman dövüştüler ve dövüşecekler, bunun da gayet tekdüze olduğunu kabul etmelisiniz." Şu ikiiiiiii.

Son kısmı geliyor;

"Önüne dünya nimetlerinin hepsini serseniz, başı kaybolana, hatta su yüzüne ufak ufak kabarcıklar çıkana kadar saadet deryasına gömseniz, çalışmaya ihtiyacı olmayacak derecede refahını sağlasanız da, sırf ballı çörekler yiyip yan gelip yatması, bir de insan neslinin kurumaması için uğraşmasını sağlamak için iktisadi refaha kavuştursanız da, sırf nankörlüğü, küstahlığı yüzünden bir rezalet koparacaktır." Bu da üüüüüüç.

Birleştirdin mi parçaları?

Şimdi yukardaki soruma cevap veriyorum.

Ben her 10 Kasım'da ağlarım. Şimdilerde biraz daha çok ama cevap olması açısından ağlarım.

Atatürk ile ilk tanışmam: Çocukluğumdaki evimizin duvarındaki aşağıdaki posteri. Çerçeveliydi diye ekliyim.

                                                   Saygı ve Özlemle Anıyoruz


3 Kasım 2015 Salı

Farketmez!

  Bilen bilir babam farketmetizmin kurucu önderidir. Genel olarak olaylara bakış açısı “Farketmez!” z’yi biraz uzataraktan. Ne giydiğine, saçına, sakalına hiiiiç dikkat etmez, etmedi bu zamana kadar, bu yaştan sonra da edeceğini sanmıyorum. – Şimdi gözünüzün önüne saçı sakalına karışmış homeless(evsiz) gelmesin sevgili okuyucu, o kadar da değil! – Babam diyordum bu yaştan sonra sadece içeceği rakıya, yiyeceği pirzola bakar. Pirzola’ya değil, pirzol’a. Kelime anlamı olarak bir anlamı yok evet ama ona bu şekilde seslenmek benim hoşuma gidiyor. Rakı ne olsun baba? Farketmez! Tahmin etmeliydim! Neyse konumuz bu değil, canınız rakı çektiyse öğlen öğlen kusura bakmayın, babamı anlatıyorum burda. He bir de babam çok güzel torun bakar ama buna şimdi değinmiycem.

  Babam 13’lü yaşlarından sonra köyünden İstanbul’a geliyor. (Dur dur hemen korkma adam nerelere gitti neler anlatacak deme, yüzeysel geçiyorum, tamaaaamen yüzeysel hem de. Burada bir sürü hikaye oluyor ablasının yanında kalıyor filan... tabi anlatmıycam bu hikayede) Giriyor bir kaynak atölyesine, kaynak öğreniyor, oradan zamanla mobilyaya geçiş yapıyor ve burada bir patronu oluyor; etik, ahlaklı, güzel bir patron(Bu arada sonradan öğreniyorum patronu Ermeni'ymiş, biliyorsunuz Ermeniler.. Girmiyorum siyasete tamam!). “Patron” diyor, “Sence ileride ben de bir iş yeri sahibi olur muyum?” diyor. “Senin yüzün gülüyor oğlum sen patron filan olamazsın!” diyor. Babam gülmekten vazgeçmiyor, tabi hali ile patron da olmuyor, olamıyor değil, olmuyor. Bunun için bir tek girişimi yok. Çünkü ben biliyorum babam patronun bu lafından sonra dehşete düşmüştür, “Lan öyle şey olur mu, insan gülmekten vazgeçer mi? Farketmez, böyle de iyi!” demiştir, adım gibi biliyorum. Bugün bana babandan öğrendiğin en önemli şey nedir diye sorsanız “Gülmek!” derim. Doğru ben de patron olamıycam ama en dram dolu, acı, gam, keder dolu anlardan, berbat, b*ok anlardan gülmek için bir sebep çıkartıcam ve basıcam kahkahayı! Çıkartıyorum da. Çıkartıyorum di mi sevgili okuyucu? Kesin çıkartıyorumdur, teşekkürler.




  Gülmek dedim; bazıları vardır, gülerken ağzını yumar, aman dişleri görünmesin, elini ağzına götürür, gülmekten çekinir, kızarır, bozarır, entetik kaygılar yaşar, lan gül lan gül gül gül gül lan gül! Babam gibi gül, at kafanı geriye, aç ağzını, dişlerin yapılıymış, pazar yeriymiş, boşver, gül, gözlerin küçücük olsun, kıpkırmızı ol gülmekten, yine gül, sesini de kısma, gülmeye devam et. En azından gülerken biraz bencil ol! Nasıl pirzol? Yemiş kadar oldun mu? Şimdi anladın yukarıda söylediğim pirzola-pirzol ayrımını. Pirzol, pirzolanın etsiz hali, bol gülümsemeli hali. Ama rakı da pirzolayla fena gidiyor be kardeşim! 

Şimdi size güzel bir müzik
Cahit Berkay & Derya Petek - O Dava Eskidendi (Çay Taze Hayat Yeni)