29 Kasım 2016 Salı

Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz!

Geçtiğimiz günlerde fantastik, böyle bir uzaya çıkmalı, bir karanlık tarafa geçmeli, paralel evrenli bir hikaye/öykü yazmak üzere oturdum bilgisayarımın başına büyük bir hevesle ve daha başlangıcında hikayenin "metrobüs"te başlıyor olması beni kendi hikayemden ve hali ile kendimden soğuttu. Toplu taşıma nasıl yer ettiyse kafamın içinde artık her yerde her an o tatlı binebilme telaşım, arkadaşım benim. Arkadaş deyince bir arkadaşım söylemişti "Metrobüs durağa gelirken sen çok değişiyorsun" demişti. Haklıydı. Değişiyordum. Değişiyorduk. Dönüşmek yoktu sade kuru kupkuru bir değişme vardı.

Yazılarımın çoğuna bakın; hemen hepsi başımdan geçen olaylar ve çoğunluğu toplu taşımı bir şekilde kıyısından köşesinden barındırıyor e hal böyle olunca -o hal değil, e hal- yollar da uzun olunca insan analizleri gözlemleri yapıyor, bunu da bir şekilde yazıya döküyorum.

Bugünkü yazımda şalter attıran bir tipi ele alıcam. Bu tiplerin bir iki kelimeleri sizi olduğunuzdan başka birisi gibi göstermeye fazlası ile yetebilir. Bu tiplerden her yerde vardır, patron yancıları gibi, askerde komutana yaranmak için binlerce takla atıp nöbetten düşen tip gibi, hocaya yakın olup soru araklamaya çalışan tip gibi... Bunlar pek fazla emek vermeden konfor nedir bilmeyen ama konforsuz da yapamayan tiplerdir özetle. Bunların doğasında vardır bu üşengeçlik, bu g*ötlük çok afedersiniz bak yine şalterim attı. Anlatayım;

Tahmin edebileceğiniz gibi yine otobüsteyiz, yine balık istifiyiz elhamdulillah, dışarısı deli gibi yağmurlu ve soğuk, içerisi cehennem gibi sıcak ve sabah nefesi kokuyor, hani uyanınca böyle ağzında hafif kekremsi bir at tadı vardır ya ondan işte. Şimdi bizim millet dışarısı soğuk olunca kaptanın kaloriferi harlayanını seviyor hali ile, kemikleri ısınsın istiyor, aynı millet herkesin bedeninde 37 derece sıcaklık ürettiğini ve hali ile ufacık bir hesapla otobüs dolmaya başladığında içerideki sıcaklığın zaten kendilerine yeteceğini, bu dakikadan sonra içeri sıcak hava değil serin hava girmesi gerektiğini akıl edemez. Isınan hava yükselir oksijen kaybolur DİKKAT! Termodinamiğin kanunlarına girmeyeyim şimdi! Ya da gireyim lan! Yansın kafanız! Sıfırıncı Kanun der ki (Ya SIFIRINCI KANUN, şimdiden yandın di mi) Eğer A ve B sistemleri birbirleri ile ısıl dengede ise, A sistemi ile ısıl dengede olan bir C sistemi, B sistemi ile de ısıl denge durumundadır. Tamam bunun konumuzla alakası yok, birinci kanuna bakalım ne diyor: Enerji Korunumu Bir sistemin iç enerjisindeki değişim miktarı, o sisteme ilave edilen ısı miktarı ile sistemin çevresine uyguladığı iş arasındaki farka eşittir. Heeh işte tam da bu bize göre; şimdi sistemin iç enerjisi kimin elinde? Şoförün, şoföre klimayı aç dersek açmaz? Neden? Çünkü g*öttür de ondan, şoför biçiminde bir g*öt "Gışın glimamı açılır yeaa" rererö filan diye başlar. Peki ama bizim serin havaya ihtiyacımız vardı, biliyorum kafanız yandı "Ne serin havası ya şimdi ikinci kanuna geçmeyecek miydik?" gibi şeyler soruyorsunuz; yukarılarda bir yerde serin havaya ihtiyacımız olduğundan bahsetmiştim, dersi düzgün dinleyin lan! Evet serin hava diyorduk, missler gibi tazelenmemizi sağlayacak, o sabah ağız kokusunu ortamdan uzaklaştıracak canımız serin hava. Rica ettim "Camı biraz aralayabilir misiniz?" diye sorduk g*öte. G*öt biçiminde bir vatandaş, G*öt cevap verdi "Uğraşmak istemiyorum.". Şalter attı, "Ne demek "Uğraşmak istemiyorum?", bunu nasıl bu kadar kolay ve toplu halde bulunduğumuz, birbirimize muhtaç olduğumuz şu ortamda dile getirebiliyorsun, kaldı ki sadece burada değil hayatın her alanında birbirimize muhtacız, nasıl oluyor da sen uğraşmak istemiyorsun, kimsin sen, he kimsin?!" diye geçirdim içimden(Hanım da okuyor yazdıklarımı da sürekli "Kavga mı ettin yine?" diye soruyor ondan içimden geçiriyorum) ama artık geçmiyor içimden bunu da bilin istiyorum. He işte o uğraşmak istemiyorum dedi ben kafamda yazacağım yazıya şekil verdim, sonrasını pek dinlemedim. G*öt tek başına kurtulduğunu sanıyordu, varsın sansındı.

Varmaya çalıştığım yer şu:

Mirdad'ın Kitabı'nda da dediği gibi: Hepimiz efendisine hizmet eden hizmetkarlarız ve hepimiz efendiyiz hizmetkarlarına hizmet eden. 

Ya da Bertolt Brecht'in dediği gibi


14 Kasım 2016 Pazartesi

Yaşasın Pazartesi!


Daha kapıdan çıkarken kapı kolunun "ŞIKIRT" sesini duymuş olmalıydı, "Babaaa!!!" diye seslendi o sırada arka odada babaannesi ile oynarken, "Oğluuum!" diye geri dönüp "Başlarım ulan işine de gücüne de!" diyerek onunla gün boyu oynamak, ona sarılmak geldi içimden sarılmadım, oynamadım da, gittim, gözgöze gelmemek için çarptım kapıyı çıktım, yüreğim büzüldü, öyle bir büzüldü ki sanki bir şey avucunun içine aldı ve sıkıp bıraktı sünger gibi onu, yüreğimi, eski haline dönmesi zaman alacaktı; şimdi mutsuzdum, bugün mutsuzdum, asansörde her sabah karşılaştığım kişiye "Günaydın" bile demediğimi farkettim. Otobüs durağında her zaman denk geldiğin kafa selamı verip durakta yerini aldığın o insanlara da vermedim o selamı, binmedim ilk gelen otobüse, binEmedim ikinci otobüse kalabalıktan, ayaklarım geri basıyordu, lanet olsundu, "Al işte otobüse de binemedin, ne duruyorsun şapşal, durma koş oğluna sarılsana!" demişti iç sesim, "Acaba şimdi ne yapıyordur?" diye geçirdim içimden hemen o saniye(bildiğin sohbet ediyordum iç sesimle), salya sümük olmuş babaannesine sarılıp avunuyor mudur babam nerede, niye gitti diye sordum iç sesime,"Üfff hem de ne biçim!" diyordu iç sesim, ah canım oğlum benim, kara bahtlım kör talihlim benim...O dakika bina kapısına dayanmıştım soluk soluğa, asansör en üst kattaydı, bekleyemezdim, bir saniye bile kaybedemezdim artık, merdivenleri ikişer üçer koşarak ona kavuşmalıydım, anahtarın kilide değdiği "TIKIRT"ı duymalıydı, sarılıp ağlamaklı olduğu babaannesinin omzundan kaldırmalıydı kafasını, onunla gözgöze gelmeliydi uzamış sümüğü ile, "Yoksa yoksa bu ses, bu babamın geri dönüşü mü babaanne?" dercesine bakmalıydı gözlerinin içine, işte bir "ŞIKIRT" daha! Evet evet oydu, oydu gelen, o saniye durmadan kapıya doğru koşmalıydı, düşeceğini bilse bile koşmalıydı bana, Forest Gump gibi koşmalıydı(yok olimpiyat sporcusu değil, film kahramanı), son adımında düşecek olsa bile ben vardım, tutardım onu, o halde son adım düşmeli olacaktı hesaplamıştı kafasında bunu, babasına sarılmalıydı son adımda düşerek, sarılıp yerlerde yuvarlanmalıydı ve müzik girmeliydi arka fonda Musa Eroğlu - Kırtıl Semahı, ölüm allah emri de zalım ayrılık demeliydi;... işte yeniden daire kapısındayım, anahtarın tıkırt sesi ve işte içerdeyim...Fakat...fakat o da ney? İçeriden kahkaha sesleri geliyor, gülüp eğleniyorlar, lan bunlar benim gidişime seviniyorlar! Geldiğimi dahi duymadılar, "Yazıklaaaar olsun!" deyip vurdum kapıyı çıktım, onu da duymadılar, iyice arsızlaşmışlardı. İşte şimdi işe huzurla gidebilirdim! Yaşasın Pazartesi!


...ve işte otobüs geliyordu yeniden, "RUN FOREST RUUUUN!" dedi içimdeki ses; ben de koştum.

Beni okudunuz, teşekkürler.




11 Kasım 2016 Cuma

İthal Dert

"Tanrı aşkına Earl daha kaç kez söyleyeceğim diş macununu ortadan sıkma diye!" dedi kadın kulaklarından dumanlar yükselerek. "Özür dilerim hayatım, bir daha ki sefere dikkat ederim." dedi erkek oturduğu koltukta diken üstünde oturuyormuşcasına gözleri yuvalarından fırlayarak.

"Hay derdinizi s*keyim!" dedi izleyici(BEN), kalkıp kapattı televizyonu, uyumak üzere odasına doğru gidecekti ki zaten yıllardır salonda yatıyor olduğunu, bir odasının hiç olmadığını hatırladı, yorganı donmuş burnuna kadar çekti "Mına koyim böyle hayatın!" diye homurdandı, uyuyamadı. 

Bu derdi ilk duyduğum zaman sene 1996 idi, "O ne biçim dertmiş lan!" demiştim çocuk aklımla, bugün 2016, geçen 20 yılda insanoğlu bu dertten kurtulmuş değil. Yazık çok yazık.


Merhaba arkadaşlar konumuz ithal dertler, buyrun sohbete.

Bunu neden kendinize yapıyorsunuz? Yetmiyor mu bu ülkenin içinde bulunduğu durumlar sizlere de utanmadan koca koca adamlar/kadınlar dert ithal ediyorsunuz memlekete! Ağzınıza s*çarım sizin adamın canını sıkmayın bakın! Oturun kendi tabağınızdaki dertleri bi yiyin önce. Ne mi o dertler? Anlatayım evladım.

Dolar'sa Dolar, Euro'ysa Euro, altınsa altın, borsaysa borsa, asgari ücretse asgari ücret, kültürsüzlük sanatsızlıksa kültürsüzlük sanatsızlık, seçici olmamak, olanı zoraki kabullenip eyvallah çekmekse eyvallah, allahsızlık kitapsızlıksa en dikaalası, yalan dolan kandırılmaksa bayrak taşıyanı, metrobüsse Zincirlikuyu'su, futbol şiddeti, terörse en azılısı, teröristlik canlı bombalık ise gırla, hak hukuk adaletsizlikse piiiiiuv sayamayacağım kadar, Atatürk'ten uzaklaşmaksa (şimdilerde bi yeni yeni yakınlaşma başlamış gibi ama bir kere uzaklaşmak uzaklaşmak için fazlası ile yeterli) uzaklaşmak, kadına şiddet, çocuk tacizleri ise her gün her gün...Saymaya devam edeyim mi?...Ekmekte kalitesizlikse ekmekte kalitesizlik, meyve, sebze, et, tavukta hormonsa hormon, yağmurda, karda izde havuza dönen asfaltlarsa asfalt, metrobüs şoförlerinin hemen hepsinin karadenizin bir köyünden çıkmış gibi tek tip olmasıysa tek tiplilik, badem bıyıksa badem bıyık, uzunsa uzun, düşük profilse düşük profil...Bitmiyor laaaaan say say! Hava durumuysa hava durumu, "yok artık ebenin!" dediğinizi duyar gibiyim, tamam tamam abarttım.

Kestik!

Özetle; bizim derdimiz bize yeter arkadaşlar, adamlar dertsizlikten dert çıkartıyor diş macununu kimin ortadan sıktığını sorguluyor, bırakalım sorgulasınlar, biz kendimize bakalım, kendi canımız tırnağımız dertlerimize odaklanalım. Babamın deyimiyle yaklaşacak olursam "Biz önce bi şu tarlayı kurtaralım, sonra diğer tarlaları kurtarırız."

Sonuç: Bundan böye bu ülke sınırları içerisinde hiç bir birey hiç bir bireyin canını diş macununu ortadan sıktı diye sıkamayacak! Bu yazının amacı budur! Bırakın sıksın! Bizim ülkemiz de diş macununu ortadan sıkabilme özgürlüğü ile anılsın ne olacak!


Bir özlü sözüm: Artık beni hiç bir şey şaşırtmıyor, insandır diyorum, geçiyor.

Beni okudunuz, teşekkürler.