29 Aralık 2016 Perşembe

Şemsiyem Yamuldu

Soğuktan otobüs durağında it gibi titremek nedir bilir misiniz servis ile işe giden arkadaşlarım, eşlerim(lafın gelişi "eşlerim", tek eşliliği savunuyorum yanlış anlaşılmasın), dostlarım, akrabalarım? Peki ya otobüs durağa geldiğinde bir an evvel burnunun içeri girmesini arzulamak? Burnun için sıcak bir yer, akmayacağı, sessiz sakin duracağı bir yer bulmak için kaygılanmak? Nerden bileceksiniz! Benimki de laf!

Anlatıyorum hemen acele etme!

Otobüs durağa geldiğinde dışarıda beklemekten donmuş bir haldeydik, donmamak için ısı transferi ve termodinamik yasalarınca(olum ben bunların eğitimini aldım üniversitede tabii ki size satıcam böyle böyle hikayelerde) tanıyan tanımayan birbirimize sarılmıştık fakat donmuştuk işte naparsın yasanın önüne geçememiştik, daha durak kalabalığının 1/4'ü + bir ben binmiştik ki önden binişler doldu, orta kapıların ve dahi arka kapının açılması gerekiyordu, fakat şoför ısrarla açmak istemiyordu. Tahmin edeceğiniz gibi dayanamadım şoföre çıkıştım; evet binebilmeme rağmen çıkıştım, ne garip di mi başka insanlar için de bir şeyler yapabilmeyi istemek; şoför bu boş durur mu "Bu kuraldır!" dedi inatla bilmem kaç bin sayılı yasayı işaret ederek ve hala orta kapıyı açmayarak. "Hayatta yazılı olmayan bazı kurallar da vardır" dedim, vaoooouuuu bir alkış bir kıyamet koptu otobüs halkı tarafından, şaşırdım, gözlerim doldu, omuzlara aldılar beni, bir arka kapıya bir ön kapıya zafer nidaları ile omuzlarda gidip geliyordum, herkes bana dokunmak istiyordu, kimdi bu kıymetli kurtarıcıları bilmek, görmek, bağırlarına basmak istiyorlardı, e onlar da haklıydı. Şoför orta kapıyı açmadı, otobüs devam etti, beni aşağı indirdiler, ayağıma bastılar. Yeniden "Bilader!" olmuştum. Hemen coşan bir milletiz vesselam. Neyse ki işimdeyim gücümdeyim.

Bugünkü işlerim arasında şirket için özel müşterilerimize yılbaşı sepeti yaptırmak da vardı. Bunun için bir pastaneye girdim, öyle kürt böreği, atık yağ ile poğaça yapan türden pastane değil hea, Divan gibi, Pelit gibi pastanelerden; özel müşteri diyorum olum anlamanız gerek! Pastanenin müdürü var mesela, anladın mı? "Timur abi bi porsiyon kürt böreği, bi de demli çay!" şeklinde değil yani pastanenin sahibi. Müdür! Müdür bey! Sepet içeriği, süsü, boku, püsürü, teslimatı filan anlaştık müdür bey ile. Çıkarken laf lafı açtı "Neden" dedi "çalışanlarınıza da sepet yaptırmıyorsunuz?". Ben orada firmanın yetkili bir abisi gibi göründüğüm için "çalışanlarınıza da" demişti müdür bey. "Efenim" dedim "maaşlarımız(mayışlarımız diyecek oldum, ancak bu benim maraba olduğumu ele verir diye demedim içimden güldüm) iyi olduğu için ne bir toplu etkinliğe, ne bir özel hediyelere ne de bu tür sepetlere gerek görmüyor şirket yatırımcılarımız" diye ekledim, "Paradan daha değerli şeyler de var" dedi müdür bey vakur bir şekilde. Gözlerim doldu, "İyi günler" dileyerek fırtınaya karşı ofise doğru yürüdüm ağlaya ağlaya, şemsiyem yamuldu.

Beni okudunuz, teşekkürler.






14 Aralık 2016 Çarşamba

Futbola Aşık Minik Kalpler

Kahramanımız o sabah uyandığında...

Bir dakika...

Hikayemizde iki adet kahraman bulunmaktadır. Bunlardan biri hikayesi iyi biten kahraman, diğeri ise hikayesi kötü biten kahraman ve kavramlar karışmasın diye şimdiden belirtmekte fayda görüyorum, hikayemiz kesinlikle iyi ile kötünün savaşımı şeklinde olmayacaktır. Bu hikayede iyi olan bir tek şey vardır o da tabii ki GOL. Bunu da zaten başlıktan anlamanız gerekirdi.

Şehrin içinde tarlalarda top oynayan, ben dahil, şanslı çocuklardandık. Bir cennet çizin deselerdi bundan daha iyisini çizemezdik. Mahallemizdeki bütün sokakların başları THE TARLA'ya çıkardı. Hal böyle olunca bütün çocuklar akın ederdi THE TARLA'ya; bazen bir kahvaltının ardından, bazen okuldan eve gelip ayakkapları çıkartmadan daha çantayı kapıdan içeri atıp, bazen ödevleri bitirdikten hemen sonra... Tarla, ne harika bir kelimeydi.

Hikayesi kötü biten kahramanımız o sabah güzel uyanamamıştı, güzel uyuyamamıştı ki nasıl güzel uyansın odaları küçücük, giriş altı ama bodrum katı değil bir evde! Yaz nasıl sıcaktı! Yastık, üst, baş ter içindeydi belki de. Hafif de kiloluydu o zamanlar(şimdilerde yağız bir delikanlı)... Bir ağabeyi var. 

Hikayesi iyi biten kahramanımız o sabah güzel uyanmıştı çünkü güzel uyumuştu ki güzel uyandı. Yaz nasıl sıcaktı! Fark etmezdi, evleri kattaydı, odası basıktı belki ama penceresi hep açıktı, cereyan yapa yapa, püfür püfür uyumuştu. Bir kardeşi var.

Bir takım oluşturacak mahalledeki hemen her çocuk günün her saati, yaz kış pek farketmeksizin tarlada top oynama potansiyeline sahiptir. Ancak aklı başındalar grubu(bunların başına o güne kadar en az iki kez öğlen sıcağında top oynadıkları için güneş geçtiğinden aklı başındalar denilmektedir) öğleden sonrasını, güneşin tepeden aşağı inme zamanını beklerlerdi evlerinde.

Ben bu hikayede hikayesi kötü biten arkadaşı pek iyi tanımıyorum, meraba merabam vardır ama evini içini bilmem. Fakat hikayesi iyi biteni çok iyi tanıyorum. Hem de herkeslerden çok. Bu sebeple hikayesi kötü biten arkadaşın maç saatine kadar neler yaptığını nasıl beslendiğini asla bilemiycez. Ben size hikayesi iyi biten arkadaşımı anlatayım; bakalım maç saatine kadar neler yapmış. Bi kere beklerken kesin soğuk bir çorbanın yanına bir domates söğüş, yanına biraz söğüş soğan kesmiştir, tuzu, biberi de vardır, ayranı da peşine dayadı mıydı ki ayran köyden ithal gelirdi, organik, asiditesi yüksek, enerjisini fullemiştir. Hikayesinin kötü bitmesi imkansızdır...

Güneş tepeden inmeye başladı, hafif akşam serinliği, futbol için zemin hazır, atmosfer Galatasaray'ın UEFA kupasını aldığı gün gibi... Futbolcular -canım çocukluğum benim, kimse eşofmanla tarlaya top oynamaya gelmezdi, kot pantalonla top oynardık, muhtemelen okul ayakkabıları ile top oynanan ayakkabılarımız da aynıydı...- hazırdı. Abi kardeş herkes tarladaydı. Adam seçiminin ardından dolan kontenjandan arta kalanlar başka bir takım oluşturup başka bir maç yapmak üzere ikinci kümeye, yani tarlanın eğimi yüksek olan yan alanına...

Hadi artık maç başlasın minik kalpler. 10'da devre, 20'de biter.

Bir rivayete göre derler ki Mesut'un (hikayesi iyi biten arkadaş işte bu arkadaş) pas verdiği çocuklar hayatlarının geri kalan dönemlerinde bir daha asla öyle paslar alamazlar ve eğer şayet o pası gole çeviremeyip de pozisyonu harcadıysanız bir daha onun sokağından geçmeyin. Balkondan kafanıza tükürür!

Maç başladı! 

Gooooool!!!!

Skor 19-19, kıran kırana bir maç.

Kaleci defans arkadaşı ile paslaşarak oyunu başlattı - tarla maçlarında santra başta ve devre arasında olurdu, her golden sonra santra olsa ohoooo- defans ileride basan rakibi karşısında topu hemen ayağından çıkartıp bir başka takım arkadaşına pas verdi, fakat rakip takım geriden gelmenin hırsını taşıyordu rahat hareket etme şansı vermiyordu, geride bir kaç pasın ardından, top daha orta sahaya gelememişken, Mesut kendini gösterdi, gerek adam adama oynayan rakip oyuncudan kurtulup boşa çıkarak gerekse defans arkadaşını rahatlatmak için pas istedi vücudu ile, sol kanat taç çizgisi yakınında pası aldı, döndü, orta sahaya paralel bir çalım attı, topu hafif önüne açtı... Hikayenin bu kısmında Cemil giriyor devreye, Mesut'un kardeşi, hikayemizi dilden dile seneler boyu anlatacak olan arkadaş, Cemil abisinin ilk çalımının ardından sağ kanat üzerinde ileri doğru ok gibi fırlıyor ama bu koşu boşunadır, Mesut saniyenin onda biri zaman dilimi içerisinde kafasını kaldırıyor, kaleye bakıyor, kaleciye bakıyor dönüyor topa bakıyor...  orta sahanın az gerisinden, topa öyle bir vuruş vuruyor ki burada hikayesi iyi biten ve kötü bitenlerin hikayesi başlıyor ve bitiyor. "GOOOL!"dür artık. Mesut rakip takım kalecisi Kayhan'ı kötü avlamıştır. Tarla maçlarında üst direk yoktur, aut ya da gol vardır, hayalidir yani üst direk ve kalecinin boyuna göre göz kararı belirlenir. Her şey makul olmalıdır ve bu da makul olmuştur. 

Mesut omuzlardadır, Kayhan ağlamamak için iki eli ile gözlerini bastırarak dizlerinin üzerine çökmüştür.

Hikayesi iyi biten kahramanımız Mesut bu hikayeyi seneler boyu anlatır ve dahi kardeşi Cemil'e anlattırır.
Hikayesi kötü biten kahramanımız Kayhan ise sorulduğunda bu hikayeyi hatırlamaz "Ama" der ve ekler "Mesut o dönemler iyi top oynuyordu." gülümser.

Beni okudunuz, teşekkürler. 

He, burada kimse bişey kazanmadı ya da bişey kaybetmedi, ertesi gün herkes normal sıradan hayatına devam etti, sadece dilden dile anlatılan bu hikayenin yazılı olarak kayıtlara geçmesi için sevgili dostum Mesut Demirel ve kardeşi Cemil Demirel için kaleme aldım.(Belki de bir daha anlatmamaları üzerine kaleme aldım kim bilebilir? Yeter lan! Konu ne zaman çocukluğa gitse bu gol! Şaka şaka. Bok şaka. Valla şaka.)

Bi dakka lan! Biz bişey kaybettik! Tarlayı kaybettik! Caaaanım tarla gitti. Önce imara açıldı arsa oldu, sonra da parsel parsel satıldı. Şimdilerde yerinde Mehmet Akif Ersoy Hastanesi var!

Beni iki kere okudunuz, teşekkürler.








29 Kasım 2016 Salı

Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz!

Geçtiğimiz günlerde fantastik, böyle bir uzaya çıkmalı, bir karanlık tarafa geçmeli, paralel evrenli bir hikaye/öykü yazmak üzere oturdum bilgisayarımın başına büyük bir hevesle ve daha başlangıcında hikayenin "metrobüs"te başlıyor olması beni kendi hikayemden ve hali ile kendimden soğuttu. Toplu taşıma nasıl yer ettiyse kafamın içinde artık her yerde her an o tatlı binebilme telaşım, arkadaşım benim. Arkadaş deyince bir arkadaşım söylemişti "Metrobüs durağa gelirken sen çok değişiyorsun" demişti. Haklıydı. Değişiyordum. Değişiyorduk. Dönüşmek yoktu sade kuru kupkuru bir değişme vardı.

Yazılarımın çoğuna bakın; hemen hepsi başımdan geçen olaylar ve çoğunluğu toplu taşımı bir şekilde kıyısından köşesinden barındırıyor e hal böyle olunca -o hal değil, e hal- yollar da uzun olunca insan analizleri gözlemleri yapıyor, bunu da bir şekilde yazıya döküyorum.

Bugünkü yazımda şalter attıran bir tipi ele alıcam. Bu tiplerin bir iki kelimeleri sizi olduğunuzdan başka birisi gibi göstermeye fazlası ile yetebilir. Bu tiplerden her yerde vardır, patron yancıları gibi, askerde komutana yaranmak için binlerce takla atıp nöbetten düşen tip gibi, hocaya yakın olup soru araklamaya çalışan tip gibi... Bunlar pek fazla emek vermeden konfor nedir bilmeyen ama konforsuz da yapamayan tiplerdir özetle. Bunların doğasında vardır bu üşengeçlik, bu g*ötlük çok afedersiniz bak yine şalterim attı. Anlatayım;

Tahmin edebileceğiniz gibi yine otobüsteyiz, yine balık istifiyiz elhamdulillah, dışarısı deli gibi yağmurlu ve soğuk, içerisi cehennem gibi sıcak ve sabah nefesi kokuyor, hani uyanınca böyle ağzında hafif kekremsi bir at tadı vardır ya ondan işte. Şimdi bizim millet dışarısı soğuk olunca kaptanın kaloriferi harlayanını seviyor hali ile, kemikleri ısınsın istiyor, aynı millet herkesin bedeninde 37 derece sıcaklık ürettiğini ve hali ile ufacık bir hesapla otobüs dolmaya başladığında içerideki sıcaklığın zaten kendilerine yeteceğini, bu dakikadan sonra içeri sıcak hava değil serin hava girmesi gerektiğini akıl edemez. Isınan hava yükselir oksijen kaybolur DİKKAT! Termodinamiğin kanunlarına girmeyeyim şimdi! Ya da gireyim lan! Yansın kafanız! Sıfırıncı Kanun der ki (Ya SIFIRINCI KANUN, şimdiden yandın di mi) Eğer A ve B sistemleri birbirleri ile ısıl dengede ise, A sistemi ile ısıl dengede olan bir C sistemi, B sistemi ile de ısıl denge durumundadır. Tamam bunun konumuzla alakası yok, birinci kanuna bakalım ne diyor: Enerji Korunumu Bir sistemin iç enerjisindeki değişim miktarı, o sisteme ilave edilen ısı miktarı ile sistemin çevresine uyguladığı iş arasındaki farka eşittir. Heeh işte tam da bu bize göre; şimdi sistemin iç enerjisi kimin elinde? Şoförün, şoföre klimayı aç dersek açmaz? Neden? Çünkü g*öttür de ondan, şoför biçiminde bir g*öt "Gışın glimamı açılır yeaa" rererö filan diye başlar. Peki ama bizim serin havaya ihtiyacımız vardı, biliyorum kafanız yandı "Ne serin havası ya şimdi ikinci kanuna geçmeyecek miydik?" gibi şeyler soruyorsunuz; yukarılarda bir yerde serin havaya ihtiyacımız olduğundan bahsetmiştim, dersi düzgün dinleyin lan! Evet serin hava diyorduk, missler gibi tazelenmemizi sağlayacak, o sabah ağız kokusunu ortamdan uzaklaştıracak canımız serin hava. Rica ettim "Camı biraz aralayabilir misiniz?" diye sorduk g*öte. G*öt biçiminde bir vatandaş, G*öt cevap verdi "Uğraşmak istemiyorum.". Şalter attı, "Ne demek "Uğraşmak istemiyorum?", bunu nasıl bu kadar kolay ve toplu halde bulunduğumuz, birbirimize muhtaç olduğumuz şu ortamda dile getirebiliyorsun, kaldı ki sadece burada değil hayatın her alanında birbirimize muhtacız, nasıl oluyor da sen uğraşmak istemiyorsun, kimsin sen, he kimsin?!" diye geçirdim içimden(Hanım da okuyor yazdıklarımı da sürekli "Kavga mı ettin yine?" diye soruyor ondan içimden geçiriyorum) ama artık geçmiyor içimden bunu da bilin istiyorum. He işte o uğraşmak istemiyorum dedi ben kafamda yazacağım yazıya şekil verdim, sonrasını pek dinlemedim. G*öt tek başına kurtulduğunu sanıyordu, varsın sansındı.

Varmaya çalıştığım yer şu:

Mirdad'ın Kitabı'nda da dediği gibi: Hepimiz efendisine hizmet eden hizmetkarlarız ve hepimiz efendiyiz hizmetkarlarına hizmet eden. 

Ya da Bertolt Brecht'in dediği gibi


14 Kasım 2016 Pazartesi

Yaşasın Pazartesi!


Daha kapıdan çıkarken kapı kolunun "ŞIKIRT" sesini duymuş olmalıydı, "Babaaa!!!" diye seslendi o sırada arka odada babaannesi ile oynarken, "Oğluuum!" diye geri dönüp "Başlarım ulan işine de gücüne de!" diyerek onunla gün boyu oynamak, ona sarılmak geldi içimden sarılmadım, oynamadım da, gittim, gözgöze gelmemek için çarptım kapıyı çıktım, yüreğim büzüldü, öyle bir büzüldü ki sanki bir şey avucunun içine aldı ve sıkıp bıraktı sünger gibi onu, yüreğimi, eski haline dönmesi zaman alacaktı; şimdi mutsuzdum, bugün mutsuzdum, asansörde her sabah karşılaştığım kişiye "Günaydın" bile demediğimi farkettim. Otobüs durağında her zaman denk geldiğin kafa selamı verip durakta yerini aldığın o insanlara da vermedim o selamı, binmedim ilk gelen otobüse, binEmedim ikinci otobüse kalabalıktan, ayaklarım geri basıyordu, lanet olsundu, "Al işte otobüse de binemedin, ne duruyorsun şapşal, durma koş oğluna sarılsana!" demişti iç sesim, "Acaba şimdi ne yapıyordur?" diye geçirdim içimden hemen o saniye(bildiğin sohbet ediyordum iç sesimle), salya sümük olmuş babaannesine sarılıp avunuyor mudur babam nerede, niye gitti diye sordum iç sesime,"Üfff hem de ne biçim!" diyordu iç sesim, ah canım oğlum benim, kara bahtlım kör talihlim benim...O dakika bina kapısına dayanmıştım soluk soluğa, asansör en üst kattaydı, bekleyemezdim, bir saniye bile kaybedemezdim artık, merdivenleri ikişer üçer koşarak ona kavuşmalıydım, anahtarın kilide değdiği "TIKIRT"ı duymalıydı, sarılıp ağlamaklı olduğu babaannesinin omzundan kaldırmalıydı kafasını, onunla gözgöze gelmeliydi uzamış sümüğü ile, "Yoksa yoksa bu ses, bu babamın geri dönüşü mü babaanne?" dercesine bakmalıydı gözlerinin içine, işte bir "ŞIKIRT" daha! Evet evet oydu, oydu gelen, o saniye durmadan kapıya doğru koşmalıydı, düşeceğini bilse bile koşmalıydı bana, Forest Gump gibi koşmalıydı(yok olimpiyat sporcusu değil, film kahramanı), son adımında düşecek olsa bile ben vardım, tutardım onu, o halde son adım düşmeli olacaktı hesaplamıştı kafasında bunu, babasına sarılmalıydı son adımda düşerek, sarılıp yerlerde yuvarlanmalıydı ve müzik girmeliydi arka fonda Musa Eroğlu - Kırtıl Semahı, ölüm allah emri de zalım ayrılık demeliydi;... işte yeniden daire kapısındayım, anahtarın tıkırt sesi ve işte içerdeyim...Fakat...fakat o da ney? İçeriden kahkaha sesleri geliyor, gülüp eğleniyorlar, lan bunlar benim gidişime seviniyorlar! Geldiğimi dahi duymadılar, "Yazıklaaaar olsun!" deyip vurdum kapıyı çıktım, onu da duymadılar, iyice arsızlaşmışlardı. İşte şimdi işe huzurla gidebilirdim! Yaşasın Pazartesi!


...ve işte otobüs geliyordu yeniden, "RUN FOREST RUUUUN!" dedi içimdeki ses; ben de koştum.

Beni okudunuz, teşekkürler.




11 Kasım 2016 Cuma

İthal Dert

"Tanrı aşkına Earl daha kaç kez söyleyeceğim diş macununu ortadan sıkma diye!" dedi kadın kulaklarından dumanlar yükselerek. "Özür dilerim hayatım, bir daha ki sefere dikkat ederim." dedi erkek oturduğu koltukta diken üstünde oturuyormuşcasına gözleri yuvalarından fırlayarak.

"Hay derdinizi s*keyim!" dedi izleyici(BEN), kalkıp kapattı televizyonu, uyumak üzere odasına doğru gidecekti ki zaten yıllardır salonda yatıyor olduğunu, bir odasının hiç olmadığını hatırladı, yorganı donmuş burnuna kadar çekti "Mına koyim böyle hayatın!" diye homurdandı, uyuyamadı. 

Bu derdi ilk duyduğum zaman sene 1996 idi, "O ne biçim dertmiş lan!" demiştim çocuk aklımla, bugün 2016, geçen 20 yılda insanoğlu bu dertten kurtulmuş değil. Yazık çok yazık.


Merhaba arkadaşlar konumuz ithal dertler, buyrun sohbete.

Bunu neden kendinize yapıyorsunuz? Yetmiyor mu bu ülkenin içinde bulunduğu durumlar sizlere de utanmadan koca koca adamlar/kadınlar dert ithal ediyorsunuz memlekete! Ağzınıza s*çarım sizin adamın canını sıkmayın bakın! Oturun kendi tabağınızdaki dertleri bi yiyin önce. Ne mi o dertler? Anlatayım evladım.

Dolar'sa Dolar, Euro'ysa Euro, altınsa altın, borsaysa borsa, asgari ücretse asgari ücret, kültürsüzlük sanatsızlıksa kültürsüzlük sanatsızlık, seçici olmamak, olanı zoraki kabullenip eyvallah çekmekse eyvallah, allahsızlık kitapsızlıksa en dikaalası, yalan dolan kandırılmaksa bayrak taşıyanı, metrobüsse Zincirlikuyu'su, futbol şiddeti, terörse en azılısı, teröristlik canlı bombalık ise gırla, hak hukuk adaletsizlikse piiiiiuv sayamayacağım kadar, Atatürk'ten uzaklaşmaksa (şimdilerde bi yeni yeni yakınlaşma başlamış gibi ama bir kere uzaklaşmak uzaklaşmak için fazlası ile yeterli) uzaklaşmak, kadına şiddet, çocuk tacizleri ise her gün her gün...Saymaya devam edeyim mi?...Ekmekte kalitesizlikse ekmekte kalitesizlik, meyve, sebze, et, tavukta hormonsa hormon, yağmurda, karda izde havuza dönen asfaltlarsa asfalt, metrobüs şoförlerinin hemen hepsinin karadenizin bir köyünden çıkmış gibi tek tip olmasıysa tek tiplilik, badem bıyıksa badem bıyık, uzunsa uzun, düşük profilse düşük profil...Bitmiyor laaaaan say say! Hava durumuysa hava durumu, "yok artık ebenin!" dediğinizi duyar gibiyim, tamam tamam abarttım.

Kestik!

Özetle; bizim derdimiz bize yeter arkadaşlar, adamlar dertsizlikten dert çıkartıyor diş macununu kimin ortadan sıktığını sorguluyor, bırakalım sorgulasınlar, biz kendimize bakalım, kendi canımız tırnağımız dertlerimize odaklanalım. Babamın deyimiyle yaklaşacak olursam "Biz önce bi şu tarlayı kurtaralım, sonra diğer tarlaları kurtarırız."

Sonuç: Bundan böye bu ülke sınırları içerisinde hiç bir birey hiç bir bireyin canını diş macununu ortadan sıktı diye sıkamayacak! Bu yazının amacı budur! Bırakın sıksın! Bizim ülkemiz de diş macununu ortadan sıkabilme özgürlüğü ile anılsın ne olacak!


Bir özlü sözüm: Artık beni hiç bir şey şaşırtmıyor, insandır diyorum, geçiyor.

Beni okudunuz, teşekkürler.







21 Eylül 2016 Çarşamba

Tecrübe

Tecrübe: Tecrübe bir olaya ya da konuya, maruz kalmak veya müdahil olmak yoluyla, hakim ve hazırlıklı olmaktır. Yani daha önce o konuyu veya olayı yaşamış, görmüş veya tatmış olmaktır. Yani diğer bir deyişle sandwichi dedem de yapar!

Anlatayım;


Geçtiğimiz günlerde bir pastanede, yani pastane dediysem börekçi, börekçinin önünde, şöyle anlatayım daha açık olsun pastane görünümlü börekçinin önündeki sandwich tezgahının camında bir ilan gördüm; "Tecrübeli sandwich ustası ARANIYOR" yazıyordu camdaki ilanda. Hmm demek tecrübeli sandwich ustası... Mekan sahibine hitaben şöyle ağız dolusu "Kardeş ben senin tecrübeli sandwich ustası araman ile ilgili sürreal kaygılarını çok güzel anlıyorum; ben senin derdini tasanı ızdırabını s*kerdim de işe geç kalıyorum" demeden önce gelin şunu bir diyaloglaştıralım, he? Malum tecrübeli birileri aranıyor, e tecrübe profesyonellikle doğrudan alakalı bir şey, e madem profesyoneliz gelin biz bu işi aday ve görüşmeciye takım elbise giydirip, bir masada klişe mülakat soruları ile biraz diyaloglaştıralım. Ne dersiniz? 

P: Mekan sahibi olsun.(Pastanenin P, Piç'in P'si değil yani)
A: İş için başvuran adayımız olsun.(Aday'ın A)


P: Adresimizi bulmakta zorluk çektiniz mi? Yolculuğunuz nasıldı?
A: Gelmeden önce google haritadan bakıp, adresin koordinatlarını akıllı telefonuma aktarıp GPS aracılığı ile zorlanmadan buldum.
P:GPS? İlginç bir adaysınız.

P:Kariyer hedefleriniz nelerdir?
A:Subway'i batırmak! Lanet olası Amerika'lılar! Çünkü onlar da annelerine lanet etmişlerdi!
P: Hop hop hop noluyoruz beyefendi, yavaş! Subway mi? O da ne ola ki?
A:15cm 30cm'lik sandwich ekmekleri ile müşterilerinin akıllarını alan Amerika'lı bir kuruluş.
(Derin bir sessizlik, cehalet sessizliği de diyebiliriz)

P: Son işinizden neden ayrıldınız?
A: Kaşar peynirinden çalıyorlardı(ipneler); bunu haftabaşı olağan toplantılarında dile getirdiğimde topun ağzına girmiş oldum. Zaten beyaz peynirlerinin de tadı tuzu yoktu. Peynir böyle delikli peynir olacak içi, sert olacak, damağa yapıştırdın mı, iki üç çay yudumunda inmeyecek aşağıya!

P:Ne kadar süredir iş arayışı içerisindesini?
A:Açıkcası benim için sandwich'in yapılma koşulları ve yapıldığı yer çok önemli; bir defa her şey elimin altında olacak, ben günaydın dediğimde müşteriler de günaydın diyecek, kimse öyle yanıma gelip laubali laubeli "A(Aday'ın A'sı) abi naber yea, acele bir yumurtalı yapar mısın, soğan da olsun" diyemez, mevcut şartlarda bu ve benzerleri çok zor olduğundan ve seçici olmamdan ötürü yaklaşık 3 aydır arıyordum diyelim.


P:Şu ana kadar sahip olduğunuz en iyi iş vereni lütfen tanımlayınız.
A:Taner Börek desem sanırım yeterince durumu netleştirebilirim.

P: Başvurduğunuz pozisyonu hak ettiğinize inanıyor musunuz?
A: Kesinlikle inanıyorum, sandwich ekmeğinin elime nasıl da yakıştığını hep söyler arkadaşlar eş dost.

...
..
.

Deli bunlar! Hem de zır deliler! Bizde de var! Yok değil, valla var bak! Bu ve buna benzer "Meşhur Bilmemneciler" gibi gözümüzü karartıp bir işe atılmıyoruz, çok fazla kuruyor, soru-cevap yapıyor, sigortaya, dolgun ücrete, yola, yemeğe tav oluyoruz! Ondan sonra bu adamlar gelip bu tür şeyler ile zekamız ile alay ediyorlar! Tecrübeli Sandwich'çiymiş! Ne oluyor lan dinini silktiminin ülkesinde... Hani salçalı ekmek ile büyümüş çocuklardık biz, ne oldu onlara! 



Şimdi sahne senindir kısa film; giderek böyle bir dünyaya doğru evriliyoruz işte...







6 Eylül 2016 Salı

Benim De Ağlayacaklarım Var

Ben de FETÖ'den bahsedeceğim biraz, benim de söyleyeceklerim var onun ile ilgili! Beni de dinleyin biraz! Hadi? N'olur? Tamam ama az dinleyin. Mendilinizi alın da gelin ama, ağlamacalı anlatıcam çünkü benim de ağlayacaklarım var.

Şimdi takvimler yeniden 2003 yılını göstersin. Bahsetmiştim bir yazımda (Gazi'li Olmak Ayrıcalıktır) , sıcak bir yaz günüydü Ankara'da, üniversite kayıt işlemlerinin ardından kalacak yerin ayarlanmasına gelmişti sıra; her dayısı olmayan genç gibi benim de adım devlet yurdunda "yedek" listesindeydi. Şimdi sen yedek deyince 10-50-100 sanarsın di mi? "Nolucak ki hemen gelir" dersin di mi? Değil! Lanet 4647! Dört fucking bin altı yüz yedinci yedek! Üniversite bitmeye yakınken gelir gibi görünüyor. "S*iktir et" dedi babam her zaman dediği gibi, "Gel şu girişte elimize tıkıştırdıkları el ilanlarından bişeyler bakalım yakınlarda" diye ekledi. "Yedeklik de gururuna dokunuyor insanın" diyerek "Hadi bakalım" dedim. Bişeylere bakacaktık sözde, -ler'e, ilk ilana atladık bodoslama. 24 saat sıcak su, ranzasız odalar 4-6 kişilik, sabah öğle ve akşam yemek, vay lan şahane, hadi gidip görelim şu "yurdu". 

20dk sonra adresteyiz, Rüzgarlı Cadde, Ulus/Ankara

Yurttayız; giriş güzel; halı döşeli, "güllü" desenli, kişiye özel ayakkabılıklar gibi görünen ama daha sonra tecrübe ile öğrendiğim 5 kişi bir dolaba ayakkabı koymacalı bölmeler, ayak kokusunu yurttan ayıran bir bölme, bölmeden içeri girişte halı devam ediyor -halı çatıya kadar devam ediyor bunu buraya bir tıkıştırayım-  ilk kata geliyoruz, ilk kat yönetim katı, o sırada paçaları sıvalı biri geçiyor önümüzden, bir yere gidiyor, gitsindi, bizlik durum yok, yurt müdürünün odasına yaklaşırken başka bir odada birini daha görüyorum paçalar sıvanmış, "sanırım denişink şeyler var burada ve bunlar daha bişey değil, daha büyük şeyler olacak" kaygısı hissediyorum, ancak bu sırada müdürün odasına dalmış, babamın "Selamünaleyküm" ünü duymuş ve müdürün de "Vealeykümselaaam" dediğini duyarak koltuğa oturmakta olduğumu fark ediyorum. Konuşmacı babam, bize söz düşmez, sabiyiz biz, ayrıca her ne kadar İstanbul'da doğup büyüsek de başka bir şehirdeyiz yabancı olabiliyor insan. Hoş sohbet kelam derken ciddi ciddi yurda kayıt olacaktım, son kez onay için babam bana döndü ve "İçkili gelmek yok, sigara yok ne diyorsun?" dedi. Dedim "Sigara zaten yok baba, biranın da dibini içemiyorum ayrıca ne o hem sadır gibi" şaka şaka demedim de olurdu yani, sıkıntı değildi bu kurallar benim için, sen asıl başka kural var mı bana onu söyle dedim yurt müdürüne elimi masaya vurarak. Paçaları sıyrık adamlar gördüm ne ayaksınız siz? Neyin nesi bu adamlar? Bir ritüel öncesi seramonisi mi? Bana bakın başka kural var mı yok mu çabuk söyleyin yoksa başka yurt bakarız ha! "Yok" dedi yurt müdürü, fiyatta anlaştık, çıktık. Oh bu da hallolmuştu. Allahım hayatım ne güzel! 

Şimdi yeniden eve dönüş, İstanbul'a, bir hafta sonra eğitim başlayacak o zaman tek başıma gelip serüvene katılacağım. 

Onu da yarın ki yazıya bırakayım mı? Kudurun iyice hı? Benim De Ağlayacaklarım Var 2 diye sürerim? Tamam tamam devam.

Yeniden yurttayız, elimde bir valiz ve bir sırt çantası ve bir de üniversiteli olmanın sevinci, olmazsa olmazı "top sakal"ım.

Odamı gösteriyorlar, şurası, hmm, yatak? Burası? Olur, farketmez, babamın oğluyum ben! Dolap, şu, tamam. Düzenimi kurdum. Bir hafta sabah öğle akşam yemekler şahane, müthiş geçti, sadece Ahmet diye Urfa'lı bir oda arkadaşımız sabah namazına alarm kurmayı ve uyanmamayı çok severdi, kalkıp onu uyandırır yeniden yatardım, hepsi bu. İyiydik ama lan, di mi allahım?

Bir hafta sonra...Saat 4:30 suları sabaha karşı...Pat kapı açılır...Tık ışık yanar... "Kalkın kalkın namaza!" diye biri bağırır...Welcome to Cemaat..." Vay itneler, başka kural var mı diye sorduğumda yok demişlerdi! Demek o paçaları sıyrık abiler namaz öncesi abdest alıyorlardı!" diye geçirirken içimden, dürtülerek gözlerimin açılmasına zorlandım. "Ben namaz kılmıyoruım yaaa, gidin başımdan" dedim. Gittiler. Gün ışıdı, okula gittim, geldim. Akşam odamızda başka biri vardı, tanımadığımız. biz yaşlarda, nur yüzlüydü ama, oturmuş ortadaki arkadaşın yatağına, selamünaleyküm aleykümselam, kimsin? "Ben" dedi "Abinizim", "Abi diyeceksiniz bana" lan sen benden bir yaş ya büyüksün ya değilsin ne abisi("Göt!", içimden)? "Burada işler böyle" dedi. Anladım, tası tarağı toplayıp gitmeliydi bu yurttan. Alo baba? Hemen çık o yurttan dedi. Çıkmak istediğimi söylediğimde imzalanan bir yıllık senetlerden bahsettiler. Meblağ aylık asgari ücretin 2/3'ü yapıyordu o zamanlar...Toplam meblağ için x 10, ödeyemezdik. Mecbur kaldık, kaldım. O zamana kadar cemaatin c'sini bilmezdim. Denk gelmemişlerdi bize. Bir akşam bizim odaya siz yemek yemeyeceksiniz demişlerdi, sürprizimiz var demişlerdi, terasa çıkartıldık, onunla tanıştım, maklube, tamam müthiş bişeydi, yemek bitti, dediler şimdi bişeyler izleyelim, hop VCD açıldı tüplü tv'de o, o gün de ilk kez onunla karşılaştım, Fethullah Gülen, bir günde iki ilk! Ağlıyordu, mendili vardı...Gözleri şişmişti...Bizim de midemiz şişmişti. 

Hızlı sahneler ile kestirip atıyorum.

İlk dönem müthiş olan yemekler ikinci dönem cemaatin evlerine çıkılması için bilinçli olarak kötüleştirilmişti,  24 saat sıcak su belirli saatlere alınmış ve duşların bir kaçı bozulmuştu, yaptırmıyorlardı, abiler ısrarla evlere çıkın, orada etler yemekler, ders çalışma ortamları muhteşem diye baskılar kurmaya başlamışlardı, ben bir eğitim öğretim yılı içerisinde düzenli bir hafta ağlaya ağlaya takkeli 5 vakit namaz kılmıştım, denemiştim, ama olmamıştı, abiler sene sonunda bana "Hey yo, adamım naber?" diyorlardı. Tipte biraz Amerika'lılık vardı, hepsi bu.

Beni okudunuz teşekkürler, ABV FETÖ!!!

Soldaki



16 Ağustos 2016 Salı

Pöff'leyen Bayan

Ören bayan gibi di mi? Ama değil, ören bayana kurban olam; o en azından kendi işinde gücünde! Bu çok farklı bir tür, çağın vebası gibi bir tür adeta; "pöffff'leyen bayan" bu; hazırsanız başlıyorum; hey neden bişeyler içerek okumaya devam etmiyorsun? Hem belki bir yerinde ağız dolusu güler ve ekrana sümkürerek umursamazca gülersin? Neyse zapturapt altında bırakmayayım sizi. 

Metrobüs("Ulan yine mi metrobüs!" dediğinizi duyar gibiyim; ne yapayım arkadaşlar servisli iş vardı da biz mi gitmedik? Bizim payımıza da bu düştü bu hayatta? Benim de yaşama amacım buymuş diyorum, kabulleniyorum ne yapabilirim ki!) yanaşıyor durağa, işte yaşama amacımı gerçekleştirmek için bir fırsat daha, ne güzel bir şey insanın her gün yaşama amacını gerçekleştiriyor olması, aha neşe doldum, yanaşıyordu metrobüs durağa, en öndeydim, içim rahattı, o da ne! Ön camdan fırlayacak kadar dolu metrobüs, kaçarı yok o kapı açılacak ve ben o kapıdan içeri girecektim, en öndeydim oğlum, garanti binecektim! Sahne klasik, kapı açılır, önce g*ötler görünür(bu tabiri kullandığım için özür dilemiyorum, eğer metrobüse ara duraklardan biniyorsanız bu böyledir, metrobüs fulldür ve kapılar daima g*ötlerin üzerine kapanır, açılır açılmaz da aynı g*ötler dışarı fışkırır böyle) inecek olanlar iner, inemeyenler de olur, bazen izin vermeyiz inmesine, hadi bi durak da bizimle git yeaa deriz, olur yani öyle, bir sonraki duraktan geri döner napsın "this is metrobüs!" der, kabullenmiştir. İnenlerin ardından içeriyi süzüyorum, çok fazla boşluk göremesem de binmeye yeltenecekken o çıkageliyor arkamdan, Canım o işte, "Pöfffleyen Bayan" yok mu? Heh işte o, ana karakter; arkamdan, 1.60 boyu ile, ben daha metrobüse binmemişken, en önde olmama rağmen, boyumun 1.89 olmasına rağmen arkamdan, bağırıyor, duymuşsunuzdur "Ortalar boş ortalara doğru ilerleyin yaaa!!!!" peşine inceden bir pöff patlattı, duydum, ben bindim metrobüse, o da bindi, bilemiyorum belki de ben de onun sayesinde bindim, allah razı olsundu ancak ters giden bir şey vardı çünkü pöff'leme kesilmemişti. Ulan binmişsin metrobüse daha ne pöfflüyorsun, tak kulaklığını, aç müziğini, yaşa yaa yaşa! Ama yok, bu pöffleyecek, duramaz pöfflemezse. Kadını size betimlemiycem, malum yolarsınız filan, ama siz bu kadını çok iyi tanıyorsunuz eminim. Az bekleyin. Pöffleye pöflene, söylene söylene beni geçti ilerledi, helal olsun kadına yolunu buluyordu bir şekilde. Direktifler bitmiyordu, körüğe musallat oldu o sıra, yüzü ekşi ekşi oradakileri körüğe doluşma konusunda "ikna" etti, doluştular, ona alan açıldı, görünmez bir güvenlik duvarı da oluşturmuştu etrafında, hayretle kadını izliyordum, nasıl ikna ettiğini çözmeye çalışıyordum kapının ağzından tepeden onu gözetleyerek; yüzündeki ekşilik ikna etmede büyük rol oynuyordu, işte şimdi ikili bir koltuğun başında bekliyordu pöffleyen bayan, metrobüs iniyor kalkıyor, önce süspansiyonların sesi geliyor pıssss diye, sonra bunun sesi geliyor pöff diye; bir pöff gönderiyor evrene, sonra sağa ve sola ikişer pöff, irite olmuştum bir kere, yüzündeki ifadeye bakıyordum, negatif, saçlar negatif, kaşların çizgisi negatif, dudakların yanları aşağı sarkmış Fatih Terim edasında negatif, negatif negatif negatif....Sonra bir baktım aa aah mutsuzum! Lan ben ne güzel başlıyordum haftaya ama şimdi mutsuz olmuştum dakikalar içinde! Sonra başladım kadına güzellemeler yazmaya içimden;

Seni çok iyi tanıyorum kadın ben! Çok iyi hem de! Sen, sen ne kadar mutsuz, tatminsiz ve pöfffleyen bir kadınsın. Ve ne var biliyor musun, senden çok var bu dünyada, hemen her yerdesiniz hatta, bizi sen ve senin gibiler mutsuz ediyor, ediyorsunuz, kendinize hayranlığınız ve bu aşırı korumacılığınız, asla tatmin olmayan, olmayacak oluşunuz, asla mutluluğu tatmayacak, onun yolunda yürümeyeceksiniz! Uzak durun, ötede oynayın benden, bizden! Siz hiç birine güven ikram edemez, sunamazsınız! 

İnerken göz ucuyla baktım, oturmayı başarmıştı pöffleyen bayan, yüzündeki o Fatih Terim edası hala vardı, oturuyordu ve hala mutsuzdu, az önce söylediklerimde haksız olmadığımı düşünerek gururla ve tebessümle indim metrobüsümden. Canım metrobüsüm, akşam görüşelim yine ;)

Sonra baktım ki ne çok bayan türü varmış;











Beni okudunuz teşekkürler.


15 Ağustos 2016 Pazartesi

Kapsül Gardırop

Oooo selam herkes, nabersiniz yea? Yaşıyor muyum di mi ben yeaa? 

Yaşıyoruz yaşıyoruz çok şükür elhamdulillah, her zaman da dediğimiz gibi deniyoruz ve yaşıyoruz. Yaşıyoruz da muğa goyum darbe girişimi atlattık! Sonrasında neler geldi başımıza neler, ama babamın da dediği gibi siz "S*ktir edin" gerisi sülalenizin raadlığına bakar.

Geçtiğimiz günlerde bana bir şey oldu ve kati(i'yi biraz daha uzatınca daha kesin oluyor, kesin bilgi) bir şekilde gardıropumda köklü değişikliğe gitmeye karar verdim ve dedim ki "Bundan böyle ya mavi kot pantalon üzerine beyaz tişört ya da siyah kot pantalon üzerine siyah tişört! Ve yine bundan böyle ne alırsan aynısından iki tane, hatta imkanın var ise üç tane alacaksın!". Bu çekirdek düşünceyi ortaya çıkartan etki veya etkenler neydi bilemiyorum ama bildiğim bir şey varsa o da skinny kot asla ve asla giymeyeceğimdir! 



Elveda baskılı renkli tişörtlerim, polo yaka kırmızı, pembe tişörtlerim, bundan böyle her biriniz son giyimlerinizi yaşıyor ve giyildikten sonra terli terli(Oldu bir de yıkadıktan sonra çöpe atalım! Ütü de ister misiniz! Oldu canlarım benim!) çöp tenekesini boylayacaksınız. Sana da elveda turuncu renkli yeni aldığım kotum, üzgünüm ama böyle olmak zorunda, neden bunu gerçekten bilmiyorum ama bundan sonra böyle olmak zorunda ve bu nedeni bilinmez kesinlik beni öylesine mutlu ediyor ki daha önce hiç bir bilinmez beni böylesine mutlu kılmamıştı. Bu yaptığımın ne demek olduğunu biliyorum, bunun adı "Kapsül Gardırop" ama işte nedenini bilmiyorum. Hemen aklınıza "Einstein da hep aynı şeyi giyerdi, gri takım; ne o hayırdır atomu mu parçalayacan kardeş?" gider formu gelebilir, yook öyle bişey de yok; galiba bundan sonra daha basit olacağım bunu biliyorum. Basit olmak, sanırım en çok unuttuğumuz şeylerden birisi de bu, basit olan dururken alengirli olanı tercih ede ede, ettire ettire anasını miktik dünyanın! Ve bu değişikliği hemen, şimdi uygulamaya başlayacağım; hatta başladım bile. 

Geçtiğimiz hafta başladım bunu yapmaya ve işten eve, evden işe yolum üzerindeki giyim mağazalarında "o" kot pantalonu aradım durdum, O kot pantalon, efsanedir, biliyorsunuz canım, babalarınızın efsanevi kotu, belki de dedelerinizin bile(aranızda dedesi kot pantalon giyen varsa çok kıyak adamlarsınız vesselam diyeceğim geliyor) kot pantalon dendi mi akla ilk o gelmeli, ne müthiş bir şeydir o, kot gibi kottur! Mesela düşük değildir, yüksek de değildir, dar değildir, bol değildir, hele hele amkodumun skinny'si hiç değildir! Neden mi taktım skinny bu kadar? İstisnasız bütün mağazalar, hepsi ama hepsi sanki bana cephe almışlar gibi skinny kotlarını sundular ilk! Yetmezmiş gibi ısrarla "mavi" dememe rağmen beyaza yakın buz mavisi, laciverte yakın kopkoyu mavisi gösterttiler hep. Her mağazadan daha bir sinir harbi ile çıktım ve en son mağazadan çıktığımda gökyüzüne bakarak haykırdım "Why meeeeeeeee!" diye, yani "Neden beeeeeeen!" diye ve ekledim "Sanırım artık yaşlanıyorsun ve aksi, lanet bir ihtiyar olup çıkacaksın!". Ama inat etmiştim bir defa madem aksi, lanet bir ihtiyar olucam basit olucam! Yani demem o ki bulacağım o kotu ve iki tane hatta üç tana alacağım alabilirsem.

(BOK ALDI! Kahramanımız bu hafta aradığı kotu buldu Levi's'da buldu;
 1- Fiyatı tam 300TL idi,
 2- Yine de denedi,
 3- Satıcı kızın suratını çekti
 4- Almadan koşarak uzaklaştı)   

Beyaz tişört, siyah kot, siyah tişört, bunlar kolaydı; marifet O kotu bulmaktı. O kot! Canım kot!

Zart diye bitireyim bu yazımı çünkü artık yeter! Ama bilin diye söylüyorum bundan böyle yazarı tanıyorsunuz ve aranızda ya mavi kot pantalon beyaz tişörtlü, ya da siyah pantalon siyah tişörtlü


Beni okudunuz teşekkürler.


1 Temmuz 2016 Cuma

Türk'ün Çin Restaurantı İle İmtihanı

Gerek biraz gündemden uzaklaşmak, gerekse biraz kafa dağıtıp gülüp eğlenmek için hiiiiç üşenmeden oturup şunu bi adam akıllı yazayım dedim.

Efenim malumunuz ay başı, yani maaş günü, yani ticket'lara para yatma günü, e senelik izine de ayrılıcaz, ticketlardaki parayı ne yapıcaz, dedik şunu bir güzel taçlandıralım Çin Restaurantına gidip güzelce ezelim yiyelim içelim!

Çin restaurantındayız;

Karşılamada ayak üstü konuşuyoruz mekan sahibi mi garson mu bilmediğimiz kişi ile.

Ne var hocam menü filan, işte re var rö var, hede höde var, ortaya bir tane röröre yanına da röhaha, içecek olarak da kola. Uygun  mudur? Uygundur, getir anasını satayım! Bugün güzelce yiyelim içelim.

Masaya oturduk, önce sushiler geldi, çöp stickler, soya sosu, vasabiler filan, bu ne hocam, zencefil turşusu efendim, hmmm turşu severim, güzeeeelce konduruldu masaya, sunuş var yani. Filmlerde görmüştüm; çöp stick ile sushi dilimi(California Roll) tutturuluyor, biraz vasabiye ardından soya sosuna, tamam tersi de olur biraz soya sosuna sonra vasabiye bandırılıp çıkartılıyor, sonra löp löp yiyorsun. Öyle de oldu, löp löp yedik sushileri. Güzeldi. Başarılı.

Sushi tabağı kalktı, çin böreği geldi, onun da yanında bir sos, dedim bunu da filmlerde gördüm, ban ban ye işte, öyle de oldu, bana bana yedik laps laps. Şahaneydi. Ne koyuyorsunuz bunun içine? Şaka şaka geçiyorum hemen...

Acı soslu tavuk geldi, biliyoruz, sebzeli noddle geldi, biliyoruz, bir güzel yedik yiyoruz da ama nasıl yiyoruz var ya adeta dedesi bir Çinli gibi yiyoruz. Elinize sağlık çok güzel olmuş. (Yemeye devam ediyoruz)

Edamame gelir, yazımızın yazılmasına asıl konu olan şey işte, "Hocam bu nedir?" dedim garsona filmlerde görmemiştim hiç, "Fasulye" dedi. "E fasulye deyin o zaman" dedim gayet sığ bir şekilde "Edamame ama!" dedi garson. "Hocam edamame nedir?" dedim tekrar, "Fasulye efendim!" dedi, "E fasulye deyin o za..." böyle gitti bir süre, garson sinirlendi gitti. "Bu neymiş ki yeaaa" diyerek attım bi tane ağzıma o sırada banacak sos aradım ama sosu arayana kadar gacur gucur ederek yutmuştum bi tane, -çiğ mi lan bu yoksa- zor yutuluyor ama sosa banarsak yutulabilir herhalde dedim kendi kendime, ikinciyi sosa bandım, bilmiyorum işte orda bulduğum sos börek sosu mu soya sosu mu bandım işte, attım ağzıma, ıı ııh zor yutuluyor, filmlerde pratiğini görmeyince zor oluyor herhalde dedim yine içimden, dedim ufak ufak ısırıp yutayım, yanına tavuktan, biraz da noddle'dan eklersem iner gider mideye. Eh işte, lan ne lanet bişeymiş bu! Dördüncüyü de başka bir şekilde yutma deneyimlemesine girecekken(Amuda kalkarak yiyeyim dedim de) garson koşarak belirdi yanımda "Beyefendi ne yapıyorsunuz o öyle kabuğu ile değil, çekirdek gibi yemelisiniz" dedi; "Bizim köyde böyle yeniyor" diyecek oldum ama bakışlarım Türk'lüğümü ele vermişti bir kere. "He öyle miii, ben de diyorum bu Çinli'ler nasıl yutuyor da ben neden yutamıyorum" dedim başladım çekirdek gibi çatara çutara yemeye. Edamame, seni hiç unutmayacağım Edamame!

Neyse diyorum yemeği bari güzel bitirelim, bir çay söyleyelim sonra da hesabı ödeyip kalkalım gidelim öğlen paydosu bitti bitiyor, garsonu çağırdım "Eh dedim artık bir çayını içeriz hacı?" "Beyefendi" dedi, şu saatten sonra ki her beyefendi "Ulan!" olarak okunmalıdır çünkü onca şeyden sonra sanırım artık beyefendilikten çıkmıştım ancak; garson nezaketini bozmadan sağolsun hep yağladı beni, "Beyefendi, maalesef yeşil çay var bizde" dedi, eh dedim içimden şimdi sen Çin'den geldi yol parası yok geri gidecek diyerek yeşil çay ayağına bizim cebimizdeki bütün parayı alırsın iyisimi hesabı ödeyip kalkalım, o sırada arkadaşımı fark ettim, canım benim, çöp sticklerini tersten tutarak yiyordu son lokmasını, sanırım yemek boyu çöp sticklerini ters tutarak yemişti.

Bu da böyle bir anımız, bu da işte o meşhur Edamame. Bildiğin fasulyeyi haşlayıp servis etmiş şerefsiz oğlu şerefsizler!


4 Nisan 2016 Pazartesi

Karışık Kuruyemiş Tabağı

Şimdi bir an için gözlerinizi kapatın ve kendinizi devasa bir karışık kuruyemiş tabağı ile koltukta oturmuş hayal edin. Neler var içinde? Fakirsen ben söyleyim bi defa tuzlu fıstık kesin var, beyaz leblebi var(onların bazıları böyle taş gibi olur, neredeyse dişini kırarsın da onu yutamazsın), soslu mısır var, kabak çekirdeği var, yanlışlıkla karışmış bir iki fındık, kabuğundan kendiliğinden çıkmış bir adet antep fıstığı(Bayram edersin!).... Lan olum hayal edin dedim lan! Hayallerinizde bari fakir olmayın lan! Yazın! Ceviz, badem, fındık, antep fıstığı, kaju, yaban mersini, dut kurusu, incir kurusu... Nasıl ama? Önce biiii şu ağzının suyunu sil de gel sonra konuşacaklarımız var. Önemli. Mutluluğun formülünü vericem size.

Hee unutmadan mutluluk öyle sizlerin sık sık sosyal medya üzerinden dile getirdiği gibi "Mutluyuz ki biz!( ehi gülücük gülücük)" veya "Bugün de böyle mutluyuz, yarın da şöyle mutluyuz, misal dün şu şekil mutlu olmuştuk..." gibi bir şey değil ha! Karıştırmayın. Mutlu değilsindir o anlarda, eğleniyorsundur, seviniyorsundur, neşe saçıyorsundur tamam belki ama mutluluk ı ııh, o öyle bir varış değil canım benim. Mutluluk bir yoldur ve şimdi ben size onun yolunu göstericem. Bakın şurdan şöyle! Oldun mu mutlu? Fazla uzatmadan, sıkmadan, sıkılmadan(zaten hesap paslanmasın diye oturdum yazıyorum onca işin gücün arasında ve zaten ne zaman yapmaktan keyif aldığım şeyler görev haline gelse ondan buz gibi soğuyorum! Ama bu yazmak için geçerli değil. Çünkü çeşitli yazarları okudukça daha çok yazmayı arzuluyor insan. )Beni okudunuz. Teşekkürler. Bi dakka lan! Mutluluğun yolunu göstermemişim tam olarak?

O zaman şöyle:

Mutluluğu karışık( lüks ama ;) ) kuruyemiş tabağına benzetiyorum, nedir? Önce cevizleri yuvarlarsın, sonra tercihe göre badem ve fındıkları, araya çeşitlilik olsun hep aynısını semirmiyim dersin antep fıstığı koyarsın, sonra biraz tuzlu fıstık, sonra biraz tatlı incir, sonra başa dön ceviz, hea ceviz bitmişti, neyse fındık var, badem de olur, tekrar antep fıstığı, bunun kabuğu çatlamamış, at onu geri kaseye geri, devam et semirmeye yaban mersini, dut kurusu, fındık, badem, antep fıstığı, antep fıstığı badem, fındık bitti, antep fıstığı bu kabuğu çatlamamış olan(ulan yine mi sen!), at onu tekrar kaseye çabuk, badem bitti...Derken bir de bakarsın ki tabağın dibi gelmiş her şey tükenmiş, tüketmişsindir, kalabalık olarak yiyorsanız tüketmişsinizdir. Peki neredeydi bu hikayede mutluluk? Mutluluk işte orada elinin gidip gidip geldiği, tekrar tekrar kaseye geri attığın/attığınız o tek başına, yapayalnız kalmış kabuğu çatlamamış antep fıstığında. Şimdi al onu ve biraz uğraş. Bir de yanına bira aç! Oh.



Beni okudunuz. Çok sağlun.







22 Mart 2016 Salı

Böyle Bir Dünyaya Çocuk

İşte tam da böyle bir dünyaya çocuk! Hem de daha çok çocuk! Ama öyle sokaklara, dağlara, taşlara salmalık çocuklar değil ha! Anne - babasından gerekli zamanı almış, para değil bakın, zaman, zamanı almış, sağlıklı ilişkileri olan, özgüveni yüksek aklı başında çocuklar... Dindar olmasalar da olur, yönü insan olan iyi çocuklar.



Beni okudunuz teşekkürler.

15 Mart 2016 Salı

Bişeyim Yok (Sıkıntı Yok!)

"Neyin var?" diye sordu yine doktor.
"Türkü söyleyemiyorum" dedim.
"Neden şarkıcı mısınız?" diye sordu hemen peşinden yüzüme bakmadan.
"Yoo" dedim, "Bizi kurtaracak tek şey müzik ve sanat da ondan." diye ekledim...

B*k ekledim nereye ekledim! 

Efenim ülkenin içinde bulunduğu hal ve ahval malumunuz. (Atatürk'ün Nutuk'una girdiği gibi girdim resmen: 1919 yılı Mayıs'ını 19'unca günü Samsun'a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir...) Ne diyordum ülkenin içinde bulunduğu durum. Bundan önce siz sevgili okuyuculara bir soru soram: Kalbi olmayan var mı? Hayır bende var da ondan soruyorum, yani ben öyle sanıyorum, birazdan anlatacaklarım bununla ilgili. Ülkenin içinde bulunduğu duruma değinmeyeceğim. Hepimizin şurasına bir fil yavrusu oturmuş, omuzlarına da bir maymun oturtmuşlar gibi.

Kardiyoloji servisindeyiz (Gözünde süpersonik bir hastane canlanmasın, devlet hastanesindeyiz!), -bu genç yaşımızda! -bakalım bugün yazmaya dair neler çıkacak karşıma, bi kere yaşlılar kesin çıkacak karşıma, 37 ekran LCD monitörde adı listede bekleyenler sırasında olmasına rağmen doktorun kapısının önünde bekleyecek gereksiz yere kalbi tetikletecek teyzeler, emmiler kesin olacak, onlar öyle görmüş geçirmişler, yapacak bişey yok. El işini örgüsünü almış gelmiş beklerken harcayacağı zamanı değerlendiren canım teyzeler de orada olacak. Ben yerimi alayım oturayım aga, adım da listede aslanlar gibi, sıram geldimi gider muayenemi olurum babalar gibi; kapının önünde kim varmış kim yokmuş kralını tanımam, tanımam da! Düzenli spor yapmamıza, dengeli beslenmemize rağmen(tamam bol şekerli kürt böreklerini saymazsak) bu genç yaşımızda kardiyoloji servisinde olmak da ne bileyim tüm uzmanların gelmişine geçmişine sövdürmüyor değil, değil. Konduramıyor, yakıştıramıyor insan kendine. Tüm bunların üzerine yaşlıların gözlerini dikmiş "Vah vaaaah, dağ gibi çocuk, kardiyoloji servisi, allah beterinden saklasın" bakışları yok mu! Olmuyor işte olmuyordu. Neyseki yalnız değildim, sağımda ve solumda bir kaç genç daha vardı. İnsan bu gibi durumlarda avunmak için kendinden beterini arıyordu işte. "Siz de mi kalp?" diye sorduğumda "Yok biz cildiye!" dediler "Deli misin sen bu genç yaşımızda ne işimiz var bizim" gibi bir bakış attılar. Hüzünlendim. Muhabbet de açamadım. Öyle ayrıldık onlardan. Heh işte sıram geliyordu, benden önce giren kişi 3dk durmadan çıktı dışarı, şüphelendim, madem bişeyin yok ne diye sağlık sistemini tıkıyorsun! di mi? Kapıdan çıkar çıkmaz sordum "Neyin varmış?" "Bişeyin yok senin" demiş doktor, göndermiş. Ne güzel! Bişeyi yokmuş. Huzurla hayatına devam edebilir. İçerdeyiz. "Neyin var?" dedi doktor. Nasıl anlatayım lan şimdi, böyle şey, kalbim, kafasını sallayarak önündeki kağıda bakıyordu, her an "Bişeyin yok senin s*ktir git burdan! S*ktir git!" diyecek diye de düşünmüyor değilken bir yandan da kalbimi anlatmaya çalışıyordum. Lan nasıl anlatıcam olanları! Öncelikle dedim her zaman olmuyor, bazen haftada 3-4 gece, bazen metrobüste, mesela randevuyu aldığım 10 gün önce fenaydı, 10 gündür henüz uğramadı, kalbim böyle işte nasıl diyeyim kelebekler gitmiş gib... demeden "Bir EKO çektirelim" dedi. 

EKO'dayız: Yine ortalık yaşlı dolu, yahu dalga geçtiğimden değil, biz de görücez o günleri de işte dedim ya insan kendine konduramıyor arkadaşlar. EKO sonuçları haftasonuna denk geldiği için 4 gün sonra öğrenecektik. 

4 gün güzel uyudum allah için, araya doğumgünü girdi çocuğun, bi güzel yedik içtik de oh, ama sonucunu merak da etmiyor değildim. Ben istiyordum ki doktor bana "Ya sen bu şekilde 90'ı görürsün ya deli misin ne kaygı yapıyorsun!" desin.

4 gün sonra:  "Bişeyin yokmuş senin!" dedi doktor ve yol verdi. Şimdi o ilk gün 3dk'da çıkan kişiyi çok iyi anlıyordum.

Ama öyle değildi.

Bu mu yani doktor? Bişeyim yok muymuş? Bişeyin yok senin deyince bişeyin olmuyor olmuyor doktor!



Beni okudunuz, teşekkürler.




2 Mart 2016 Çarşamba

... and the Oscar*

*:Akademi ödülleri

Goes to Leonardo Dicaprio, yabaaaaa, hanım dolaptan bi bira aç da getir be gelirken; keyfim yerine geldi, Köyden dedemiz gelmiş gibi sevindik.

Dur dur hemen okumayı sonlandırma dur! Az dur söyleyeceklerim bunun ile alakalı değil. Valla bak! Ufak yüzeysel değinip konuyu saptırıcam, zaten genel anlamda yaptığım da bu değil mi?

İyi oldu iyi, Leonardo alsındı zaten oscarı ve bitsindi artık bunun da geyiği yeter yıllardır Kadıköy'de Fenerbahçe karşısında galibiyet yüzü göremeyen bir Galatasaray'lı gibi çektiğimiz yıllardır!

Konumuz Oscar konuşması. Ulan dedim, ben Oscar alsam acaba kime kimlere teşekkür ederim? Efenim biliyorsunuz klişelerden uzak bir hayat yaşamaya özen gösteririm, biraz kibir ile birlikte beceririm de bunu ama teşekkür ederken kime teşekkür edicez klişeden uzak kalıp? Anaya babaya teşekkür başta? Orasını geç o fix. Yapımcıya, yönetmene teşekkür? Onu da geç allahın emri. Allaha teşekkür? Tövbe tövbeeeeee neler de saçmalıyorum ben böyle.

Ya tamam biliyorum biz böyle festivalleri de beceremiyoruz, beceremeyiz de ( bunun da ayrıca yazısını yazmıştık tıkla ) elimize yüzümüze bulaştırıyoruz filan, örnek mi la? Kral TV müzik ödülleri. En son İbrahim Tatlıses geldi baston attı ekranda "Biz daha ölmedik!" dedi, demedi de demeye getirdi; salon kalktı ayakta alkışladı? What the f*ck really going on? Bu ne lan! Olmuyor yani, biz acayip kibirlik bir toplumuz. Hristiyan olsak bitmiştik mesela "Vanity, Definitely my favourite Sin!" der şeytan yani "Kibir, en sevdiğim günahtır!" Bi ara da Şeytanın Avukatı filmini izleyin tahsilsiz kültürsüz herifler sizi! Bak nasıl da konuyu dağıttım ama!

Ne diyordum teşekkür konuşması. Heh buldum: Sanırım ben teşekkürü 90'larda bir yılbaşı gecesi kutlamasında bana çatalına tavuk takmış uzatan, uzatan ama çeken, çeken ama vermeyen, vermeyen ama tekrar uzatan dayıma ederdim. Aferim dedi bu çocuk hırslı inatçı olacak, tuttuğunu koparacak dedi. Öyle de oldu seneler boyu, hiç bozmadım dayıcım, çok teşekkür ediyorum ama buradan bir itirafta bulunmak istiyorum canım dayıcım o gün ben açtım! Aç! İnatla, hırsla, tuttuğunu koparmakla alakası yoktu! Sadece açtım! Son olarak da lise son sınıfta karne alırken "Sen o üniversite sınavına(ÖSS) giriyorsun ama kazanamayacaksın!" diyen ve yine aynı şekilde kazandıktan sonra yanına gittiğimde "Ben onu seni azimlendirmek için söylemiştim zaten" diyen vizyonsuz Orhan hocama teşekkür ederdim banko.



Teşekkürler beni okudunuz, biraz müziğe (Hans Zimmer - Time (Inception) ) ne dersiniz şimdi?

17 Şubat 2016 Çarşamba

Üç Saniye Kuralı

Yok on beş saniye kuralı değil; o başka. Ama madem konusu açıldı buna da bir açıklık getireyim: Ortamdaki(evet içkili) herkesin konuşmak isteyeceği, - konuşacak şeyleri olmasa da isteyeceği- çocukluk arkadaşlarından kurulu içki masalarımızın altın kuralıdır. Siz kullanır mısınız, bilir misiniz bilmem bu kuralı, ama biz kullanırız. Nasıl uygulanır on beş saniye kuralı peki? : Konuşmacı girdiği konuya 15 saniye içinde ortamdaki diğerlerinden reaksiyon alamaz ise, yeni bir konuşmacı hemen konuyu değiştirir, unutmasın ki onun da bir 15sn'si vardır! Neler olacağı hiç belli olmaz. Reaksiyon alamayan bozulmaz, gocunmaz, çünkü 15 saniye ona ayrılmıştır ve o bu süreyi kafa z*ükerek geçirmek istemiştir. Bu. Ama tüm bunlara rağmen onlar ile sohbet muhabbet şahanedir. Dost sohbetleri, iyi ki varlar. 

Şimdi gelelim üç saniye kuralına. 

Üç saniye kuralı başka, dün öğrendim. Metrobüste, hiç tanımadığım birinden hem de! Peki bu üç saniye kuralı nedir nasıl uygulanır? Anlatayım, hem başımdan, başımızdan(Mesut ile beraberdik) geçen olayı anlatayım, hem de üç saniye kuralını anlatayım. 

Efenim üç saniye kuralı dayak yeme veya yememe üzerine kurulmuştur.
Şöyle ki: Başlıyorum. Bilenler bilir Mesut ile ben bir araya geldik mi, konu her ne olursa olsun, bakın altını çiziyorum, her ne olursa olsun gülecek, kahkaha patlatacak bir sebep buluruz ve sessiz kaldığımız anların süresi çok kısadır. Böyle bir ahbaplık işte! (Etrafınızda böyle insanlar var ise, kıymetini bilin, kaçırmayın onları, emmeyin enerjilerini!) Yine günlerden böyle bir gün, metrobüste ayakta geliyoruz yan yana, havadan sudan derken ufaktan geyiği harlıyoruz, işte gün içerisinde bir Yunan adaları planı yapıp maaliyet hesaplamasına gelince s*ıçtık, sonra dedik çocuk(lar) büyüdükten sonra akılları başlarına gelir göreceklerini unutmaz o zaman gideriz, gidemesek bile hayali bile güzel, e madem gidemiyoruz hadi bir de Las Vegas hayalleri kuralım, yetmedi peşine Afrika'da bir Safari turu, oradan Tayland'a, gidemiyoruz ya, hayali bile güzel, derken konu köye dayandı, köyümüze, ırmak, doğa filandı biz iyice geyiği harladık (Gülüşüyoruz), geyik harlandıkça harlandı, bir sonraki durak Okmeydanı, harlandıkça harlandı, kahkahalarımız sağa sola bulaştı, arkalara doğru ilerledi, geri geldi, dolandı durdu tüm metrobüsü. Bakın ayaktayız diyorum! Metrobüsteyiz diyorum! Gülüyoruz diyorum! Bu üçü bile başlı başına çok şey anlatır. Sonra hemen ardımızdan boyu benden de uzun bir genç(ben 1.90) kafasını aramıza soktu, abiler dedi, arkada yaşlı teyzeler "cık cık"lıyor dedi. Çok dedi sesiniz çıkıyormuş. Döndük gence baktık, 3 saniye, sonra önümüze döndük. Bizim geyik kül oldu o saniye. Derin bir sessizlik. Naif de insanlarız hani, alicenaplık da var, sustuk. Genç tekrar işte dedi teyzeler şöyle diyor abi, böyle diyor abi. Biz nasıl eziliyor, büzülüyoruz o saniye. Bizim teyze meyze gördüğümüz yok ama, biz sanıyoruz ki onun arkasından cık cıklıyorlar. Boyu da uzun lavuğun! Göremiyoruz da arkayı, ama nasıl kalabalık. 

Uzatmıyorum; iki durak sonra biz bu uzun ile tanış olduk.  İsmi Emin'miş. Abi dedi ben dedi sizi yedim dedi. Nasıl dedik? Arkada yaşlı teyzeler neyim yoktu dedi, baktım siz goygoyluyorsunuz, ben yalnızım, bir dedi laf atayım, 3 saniye içinde yüzlerinde belirecek ifadeye göre dayak yememek için ya arkaya doğru uzar, giderim, ya da dedi kalır sizin ile goygoylarım. Helal olsun sana güzel insan. İşte bize bunlardan lazım. Genci sevdik, güle güle de uğurladık. Emin'i uğurladıktan sonra da bunun üzerine konuştuk; ona bloğun adresini verdim, seni dedim yarın yazıcam, okurum abi dedi keyifle. Bize böyleleri gelsin.  Çok doğru değil miydi? 3 saniye, bir insanı tanımak için fazlası ile yeterliydi. Sadece 3 saniye, kaşı ile gözünün alacağı şekil, burun delikleri, tamamdı işte, hemen anlarsın. İşte yeni bir şey daha öğrenmiştik. 





Unutmadan: İnsan sosyal bir varlıktır, az insan çok huzur yalandır!



Beni okudunuz; teşekkürler.